![]() |
veysel çolak![]() |
"ben ancak dans etmeyi bilen bir tanrıya inanırdım." f. nietzche
gününüz sevinçli geçsin...
22 Ağustos 2013 Perşembe
21 Ağustos 2013 Çarşamba
BEHÇET NECATİGİL’İ ANLAMAK/ engin turgut
18 Ağustos 2013 Pazar
Dikili’de Aşk, Tiyatro ve Gezi/ Işıl Özgentürk
Cazı ben her zaman kitlesi sınırlı bir müzik türü olarak bilirdim ama Dikili’de bu bilgimin tersi kanıtlandı. Meğer Dikili halkı tam bir caz severmiş, gözlerimle gördüm. Dikili’de bu yıl 7’ncisi yapılan Türkiye Tiyatro Buluşması İçin Atatürk Meydanı’nda kurulan Ethem Sarısülük sahnesinde sıkı caz grupları “Sayki”, “Praksis” ve “Ruşen Aklar The Buskers” çalıp söylerken meydandaki iki bin beş yüz sandalyeyi dolduran Dikilililer, kadın-erkek, genç-yaşlı yerlerinden kımıldamadan, canı gönülden çalan müziğe katıldılar.
Benimle birlikte cazın bu kadar seyirci toplamasına tanık olan bir dostum, “Bu ülke hâlâ beni şaşırtmaya devam ediyor” diyerek başını salladı. Bu arada benim aklıma şu da geldi: Caz gruplarından sonra Tiyatro Simurg “Sözcükler Can Yücel’i Özler” adlı oyunu oynayacaktı. Kimse de yerini kaptırmak istemez.
Neyse, meydanda en sıkı caz parçaları çalarken davul zurna eşliğinde bir grup halay çekerek meydana girdi. Meğer asker uğurlaması varmış ve bu her yıl Atatürk Meydanı’nda davul zurna eşliğinde yapılırmış. Hayda bir yanda en koyu caz, bir yanda davul zurnayla çalınan Ankara havası. Ne caz söyleyen grup susuyor ne de davul zurnacılar. Tam bir Türkiye fotoğrafı. Tuhaf bir durum var, bir süre sonra iş inada binebilir. Neyse ki, caz susuyor ve gencecik bir kız sahneye çıkıp askere gidenlere esinlikler diliyor. Davul zurna da bir süre sonra meydanı cazcılara bırakıyor. Bu Gezi İsyanı Türkiye’yi acayip değiştirmeye başlamış. Çok değil, yakın geçmişte sille tokat sonuçlanacak bir durum, bir anda halledildi.
Öte yandan buluşma için Dikili ve çevresinde seyyar sahneler kurulmuş, sahnelere Gezi İsyan’ında devlet eliyle ölen, gençlerin adları verilmiş. Ethem Sarısülük sahnesi, Ali İsmail Korkmaz Sahnesi, Abdullah Cömert Sahnesi, Mehmet Ayvalıtaş Sahnesi... Bu adlar her an, her dakika, Gezi İsyanı’nı yeniden anımsatıyor. Ve isyanın eğlence ve neşe yanında hüzün dolu olduğunu da...
Bu arada yıllar sonra geldiğim Dikili’de geçmiş hemen yanı başıma geldi. Yıllar öncesi Uğur Mumcu’lu, İlhan Ağabeyli Dikili Barış Festivalleri’ni anımsadım. Uğur Mumcu’nun kahkahaları geldi kulağıma, İlhan Ağabey’in kumsalda battaniyeye sarılmış sabaha kadar Arif Sağ’ı dinlediği o geceyi ve sabahın ilk ışıklarında bir çocuk gibi denize koştuğunu anımsadım. Ağlamadım desen yalan söylemiş olurum. Ağladım ve onlar için denize doğru koştum.
Gezi İsyanı bütün sanat disiplinlerine yeniden “sokağı” anımsatmış. Dikili ve çevresinde her gece oynanan oyunların yanı sıra, hem Dikili’de yaşayanlar hem de Türkiye’nin dört bir yanından gelmiş gençler için sürekli atölyeler yapılıyor. Gençler deniz kıyısında üç yüze yakın çadırda kalıyorlar. Sıraya girip Dikili Kadın Dayanışma ve Gençlik Merkezi’nin mutfağında üretilen yemekleri yiyorlar ve tartışıyorlar, tartışıyorlar, tartışıyorlar...
Öncelikle okudukları kitaplar değişmiş, Karl Marx, Gramsci, Sartre okumaya başlamışlar. Onlara bakıyorum ve içimden şöyle diyorum: “Sokak öyle çekicidir ki, insanın kanına bir kere girmesin, değiştirir, müptelası yapar.” Ve bu çok iyidir.
Konu sokak olunca ben de çok eski bir sokak tiyatrosu oyuncusu ve yazarı olarak, bildiklerimi onlarla paylaşıyorum. İlk gün hep birlikte İstanbul’da, diyelim ki, aylardır süren bir grevin işçileri için bir oyun yazmaya başladık ve hikâyeler geldi. Grevdeki işçi ailelerden biri çocuklarını Çocuk Esirgeme Kurumu’na vermek zorunda kalmış.
Bir diğer aile, boşanma noktasına gelmiş ve saralı genç bir işçi ilaçlarını alamadığı için ölmüş.
Başladık yazmaya önce, ölen işçinin mekânını “bir bekâr odasını” oluşturduk ve bir oyuncu öne çıktı ve ilk sözünü söyledi: “Ben öldüm.”
Öyle kolay değil, gerisinin nasıl geldiğini sizlerin bulması gerek. Unutmayın “sokak” hepimizin ve herkesin bir hikâyesi vardır.
Cumhuriyet 18.08.2013
AL GÖZÜM SEYREYLE
Benimle birlikte cazın bu kadar seyirci toplamasına tanık olan bir dostum, “Bu ülke hâlâ beni şaşırtmaya devam ediyor” diyerek başını salladı. Bu arada benim aklıma şu da geldi: Caz gruplarından sonra Tiyatro Simurg “Sözcükler Can Yücel’i Özler” adlı oyunu oynayacaktı. Kimse de yerini kaptırmak istemez.
Neyse, meydanda en sıkı caz parçaları çalarken davul zurna eşliğinde bir grup halay çekerek meydana girdi. Meğer asker uğurlaması varmış ve bu her yıl Atatürk Meydanı’nda davul zurna eşliğinde yapılırmış. Hayda bir yanda en koyu caz, bir yanda davul zurnayla çalınan Ankara havası. Ne caz söyleyen grup susuyor ne de davul zurnacılar. Tam bir Türkiye fotoğrafı. Tuhaf bir durum var, bir süre sonra iş inada binebilir. Neyse ki, caz susuyor ve gencecik bir kız sahneye çıkıp askere gidenlere esinlikler diliyor. Davul zurna da bir süre sonra meydanı cazcılara bırakıyor. Bu Gezi İsyanı Türkiye’yi acayip değiştirmeye başlamış. Çok değil, yakın geçmişte sille tokat sonuçlanacak bir durum, bir anda halledildi.
Öte yandan buluşma için Dikili ve çevresinde seyyar sahneler kurulmuş, sahnelere Gezi İsyan’ında devlet eliyle ölen, gençlerin adları verilmiş. Ethem Sarısülük sahnesi, Ali İsmail Korkmaz Sahnesi, Abdullah Cömert Sahnesi, Mehmet Ayvalıtaş Sahnesi... Bu adlar her an, her dakika, Gezi İsyanı’nı yeniden anımsatıyor. Ve isyanın eğlence ve neşe yanında hüzün dolu olduğunu da...
Bu arada yıllar sonra geldiğim Dikili’de geçmiş hemen yanı başıma geldi. Yıllar öncesi Uğur Mumcu’lu, İlhan Ağabeyli Dikili Barış Festivalleri’ni anımsadım. Uğur Mumcu’nun kahkahaları geldi kulağıma, İlhan Ağabey’in kumsalda battaniyeye sarılmış sabaha kadar Arif Sağ’ı dinlediği o geceyi ve sabahın ilk ışıklarında bir çocuk gibi denize koştuğunu anımsadım. Ağlamadım desen yalan söylemiş olurum. Ağladım ve onlar için denize doğru koştum.
Gezi İsyanı bütün sanat disiplinlerine yeniden “sokağı” anımsatmış. Dikili ve çevresinde her gece oynanan oyunların yanı sıra, hem Dikili’de yaşayanlar hem de Türkiye’nin dört bir yanından gelmiş gençler için sürekli atölyeler yapılıyor. Gençler deniz kıyısında üç yüze yakın çadırda kalıyorlar. Sıraya girip Dikili Kadın Dayanışma ve Gençlik Merkezi’nin mutfağında üretilen yemekleri yiyorlar ve tartışıyorlar, tartışıyorlar, tartışıyorlar...
Öncelikle okudukları kitaplar değişmiş, Karl Marx, Gramsci, Sartre okumaya başlamışlar. Onlara bakıyorum ve içimden şöyle diyorum: “Sokak öyle çekicidir ki, insanın kanına bir kere girmesin, değiştirir, müptelası yapar.” Ve bu çok iyidir.
Konu sokak olunca ben de çok eski bir sokak tiyatrosu oyuncusu ve yazarı olarak, bildiklerimi onlarla paylaşıyorum. İlk gün hep birlikte İstanbul’da, diyelim ki, aylardır süren bir grevin işçileri için bir oyun yazmaya başladık ve hikâyeler geldi. Grevdeki işçi ailelerden biri çocuklarını Çocuk Esirgeme Kurumu’na vermek zorunda kalmış.
Bir diğer aile, boşanma noktasına gelmiş ve saralı genç bir işçi ilaçlarını alamadığı için ölmüş.
Başladık yazmaya önce, ölen işçinin mekânını “bir bekâr odasını” oluşturduk ve bir oyuncu öne çıktı ve ilk sözünü söyledi: “Ben öldüm.”
Öyle kolay değil, gerisinin nasıl geldiğini sizlerin bulması gerek. Unutmayın “sokak” hepimizin ve herkesin bir hikâyesi vardır.
Cumhuriyet 18.08.2013
AL GÖZÜM SEYREYLE
İNTERNET ve ŞİİR/ ataol behramoğlu
İnternetin çok büyük önemi yadsınamaz. Modern yaşam internetsiz düşünülemez. Olağanüstü bir buluş olduğunda kuşku yok. Fakat kazandırdıkları kadar eksilttikleri de gözler önünde. Örneğin, mektuplaşma artık sona erdi. Tamam, internet yoluyla bir anda kıtalar ötesiyle haberleşebiliyoruz. Bu hem büyük bir olanak hem de bir çeşit mektuplaşmadır. Fakat tekniğin bu ölçüde araya girmesi işin tadını kaçırıyor.
Elden geldiğince kısa yazıyoruz. Düşüncelerimizi özetliyoruz.
Mektup, en sevdiğim edebiyat türlerindendir. Yazarların, sanatçıların, bilim insanlarının mektuplaşmaları olağanüstüdür. O mektuplarda, söz konusu kişiyi en yalın, en kendisi olarak algıladığınız gibi, moda deyimiyle söyleyelim, zamanın ruhunu yakalarsınız…Mektubun yazıldığı mekânı duyumsarsınız… Bilgisayarla yazılan bir mektup, bilmem aynı duyguları yaşatabilir mi? Sanki arkamızdan bir kovalayan vardır. Çabucak yazar, tamamlar, göndeririz… İnternet aracılığıyla mektuplaşmalarda ayrıntılı betimlere yer yoktur. Böyle bir şey sanki teknolojiye aykırı gibidir… Her şey özetlenecek, mümkün olduğunca kısa olacak…
İnternet üzerinden yapılmış mektuplaşmaların yayımlanmış, kitaplaşmış bir örneği var mı, bilmiyorum.
Yazarlar, sanatçılar, bilim insanları artık mektuplaşmıyorlar mı?
Bir zamanlar asker mektupları diye bir tür vardı… Halk çocukları ailelerine asker ocağından mektup yazarlardı. Onlara da uzak köylerden, kasabalardan mektuplar, selamlar, haberler gelirdi… Bu tür mektuplar bilmem hâlâ yazılıyor mu?
Yazımın başlığı internet ve mektup olmadığı için konuyu burada kesiyorum.
Tek bir şey daha ekleyerek: Bugünlerin, bu yılların bir mektup türü de hapishane mektuplarıdır… Mutlaka her zaman vardı bu türde mektuplaşmalar.
Örneğin Nâzım Hikmet’in Kemal Tahir’e hapishaneden mektupları bir başyapıttır…
Bugünlerin, bu yılların hapishane mektupları ise biz köşe yazarlarının çok sık aldığımız, genellikle F tipi cezaevlerinden yükselen çığlıklardır…
***
Yazının başlığını oluşturan konuya, “internet ve şiir”e gelelim…
Geçenlerde, kuşaktaşım, arkadaşım, TV program yöneticisi Emel Uygur telefonla aradı ve ağlamaklı bir sesle kendisini üzen olayı anlattı… Değerli bir köşe yazarımızın Nâzım Hikmet’in bir şiirinden söz ettiği yazısındaki şiirin Nâzım Hikmet’le gerçekten de ilgisi yok…
Arkadaşım bu köşe yazarımıza durumu yazdığında, yazarımız şiirin Nâzım Hikmet’e ait olduğunun kanıtı olarak kendisine sayısız internet linki göndermiş… Şıracı bozacı öyküsü gibi…
İnterneti yine internetin tanıklığıyla kanıtlamaya çalışıyoruz… Oysa şiirin yeri, yuvası, kime ait olduğunun kanıtlanacağı yer, kuşkusuz ki kitaplardır…
Şiir dışındaki edebiyat türü yazarlarının, romancıların, öykücülerin, görebildiğim kadarıyla böyle bir derdi yok. Ama şairlerin başı internetle gerçekten belada.
Gün geçmiyor ki size ait olmayan bir şiir (daha da çok şiirimsi) sizinmiş gibi internette yayımlanmamış olsun…
Bu neden yapılıyor, kimler yapıyor, anlaması da, izlemesi de olanaksız…
Birkaç kez daha yazmıştım, söz gelimi benim adımla yıllardır “Dua” diye bir şey dolaşıyor internette… Avukatım aracılığıyla çabalarımız da sonuç vermedi… Şimdilik bunu böyle bir bela olarak kabullenmekten başka çare yok…
En az bunun kadar bir başka internet sıkıntısı da şiirinizin bir sitede hatalı olarak yazılması ve bu hatanın başkalarınca da tekrarlanıp durması…
Ne yapacağınızı, nasıl engel olacağınızı bilemiyor, çaresiz kalıyorsunuz…
***
“İnternet ve Şiir”, internet hukuku kavramını gündeme getiriyor. Yasakçı bir anlayışla değil, fakat düzenleyici bir yaklaşımla konunun irdelenmesi gerekir.
Bunun yanı sıra, şairler olarak okuryazar okurdan bu konuda özel bir dikkat beklemek de hakkımızdır.
Şiir internet sitelerinden değil kitaplardan okunmalıdır…
ataol behramoğlu. pazar söyleşileri. cumhuriyet dergi 05.08.2012
Elden geldiğince kısa yazıyoruz. Düşüncelerimizi özetliyoruz.
Mektup, en sevdiğim edebiyat türlerindendir. Yazarların, sanatçıların, bilim insanlarının mektuplaşmaları olağanüstüdür. O mektuplarda, söz konusu kişiyi en yalın, en kendisi olarak algıladığınız gibi, moda deyimiyle söyleyelim, zamanın ruhunu yakalarsınız…Mektubun yazıldığı mekânı duyumsarsınız… Bilgisayarla yazılan bir mektup, bilmem aynı duyguları yaşatabilir mi? Sanki arkamızdan bir kovalayan vardır. Çabucak yazar, tamamlar, göndeririz… İnternet aracılığıyla mektuplaşmalarda ayrıntılı betimlere yer yoktur. Böyle bir şey sanki teknolojiye aykırı gibidir… Her şey özetlenecek, mümkün olduğunca kısa olacak…
İnternet üzerinden yapılmış mektuplaşmaların yayımlanmış, kitaplaşmış bir örneği var mı, bilmiyorum.
Yazarlar, sanatçılar, bilim insanları artık mektuplaşmıyorlar mı?
Bir zamanlar asker mektupları diye bir tür vardı… Halk çocukları ailelerine asker ocağından mektup yazarlardı. Onlara da uzak köylerden, kasabalardan mektuplar, selamlar, haberler gelirdi… Bu tür mektuplar bilmem hâlâ yazılıyor mu?
Yazımın başlığı internet ve mektup olmadığı için konuyu burada kesiyorum.
Tek bir şey daha ekleyerek: Bugünlerin, bu yılların bir mektup türü de hapishane mektuplarıdır… Mutlaka her zaman vardı bu türde mektuplaşmalar.
Örneğin Nâzım Hikmet’in Kemal Tahir’e hapishaneden mektupları bir başyapıttır…
Bugünlerin, bu yılların hapishane mektupları ise biz köşe yazarlarının çok sık aldığımız, genellikle F tipi cezaevlerinden yükselen çığlıklardır…
***
Yazının başlığını oluşturan konuya, “internet ve şiir”e gelelim…
Geçenlerde, kuşaktaşım, arkadaşım, TV program yöneticisi Emel Uygur telefonla aradı ve ağlamaklı bir sesle kendisini üzen olayı anlattı… Değerli bir köşe yazarımızın Nâzım Hikmet’in bir şiirinden söz ettiği yazısındaki şiirin Nâzım Hikmet’le gerçekten de ilgisi yok…
Arkadaşım bu köşe yazarımıza durumu yazdığında, yazarımız şiirin Nâzım Hikmet’e ait olduğunun kanıtı olarak kendisine sayısız internet linki göndermiş… Şıracı bozacı öyküsü gibi…
İnterneti yine internetin tanıklığıyla kanıtlamaya çalışıyoruz… Oysa şiirin yeri, yuvası, kime ait olduğunun kanıtlanacağı yer, kuşkusuz ki kitaplardır…
Şiir dışındaki edebiyat türü yazarlarının, romancıların, öykücülerin, görebildiğim kadarıyla böyle bir derdi yok. Ama şairlerin başı internetle gerçekten belada.
Gün geçmiyor ki size ait olmayan bir şiir (daha da çok şiirimsi) sizinmiş gibi internette yayımlanmamış olsun…
Bu neden yapılıyor, kimler yapıyor, anlaması da, izlemesi de olanaksız…
Birkaç kez daha yazmıştım, söz gelimi benim adımla yıllardır “Dua” diye bir şey dolaşıyor internette… Avukatım aracılığıyla çabalarımız da sonuç vermedi… Şimdilik bunu böyle bir bela olarak kabullenmekten başka çare yok…
En az bunun kadar bir başka internet sıkıntısı da şiirinizin bir sitede hatalı olarak yazılması ve bu hatanın başkalarınca da tekrarlanıp durması…
Ne yapacağınızı, nasıl engel olacağınızı bilemiyor, çaresiz kalıyorsunuz…
***
“İnternet ve Şiir”, internet hukuku kavramını gündeme getiriyor. Yasakçı bir anlayışla değil, fakat düzenleyici bir yaklaşımla konunun irdelenmesi gerekir.
Bunun yanı sıra, şairler olarak okuryazar okurdan bu konuda özel bir dikkat beklemek de hakkımızdır.
Şiir internet sitelerinden değil kitaplardan okunmalıdır…
ataol behramoğlu. pazar söyleşileri. cumhuriyet dergi 05.08.2012
17 Ağustos 2013 Cumartesi
'yine tarlalara binalar ekiyorlar'/ ayten mutlu
![]() |
..... unutuyorlar yine tarlalara binalar ekiyorlar binaların çürük tohumlarını hırslarının çürük tohumlarını İstanbul’un ortasında bilmem kaç on bin daha bilmem kaç yüz bin daha bekliyor çöpten binalarında Enkelados’un gazabını ![]() “bilmiyorlar artık ayni güneşe başlayamazsın artık ayni uykuyla uyuyamazsın artık ayni kendinle yaşayamazsın” değişecek bir gün elbet yer altı da yerüstü de değişecek elbet bir gün insan insan olduğunda ![]() Tanrı da değişecek Ah, kendimi hangi çağda büyütsem! Ayten Mutlu-( Eşikte- 2009) |
atina'ya gidiyoruz (güncellenme sürmektedir...)
Atina, (Yunanca: Αθήνα, Athina) Yunanistan'ın başkenti ve yaklaşık 4 milyon kişilik nüfusuyla en büyük şehridir. Eski Yunan medeniyetinin de merkeziydi. Etrafı tepelerle çevrilidir ve yalnız batı kısmı açıktır. İskelesi olan Pireye 7 kilometre uzaklıktadır.
Kozmopolit ve modern bir şehir olan Atina, antik çağlarda da önemli bir ticaret ve kültür merkeziydi. İsmi, koruyucusu olan savaş tanrıçası Athena'dan gelmektedir. 1896 ve 2004 Yaz Olimpiyatlarına ev sahipliği yapmıştır. Atina, ibadete açık cami bulunmayan tek Avrupa ülkesi başkentidir. Kentin yüzölçümü 39 km², metropoliten alanın yüzölçümü ise 427 km²'dir.
Kentin yapısı ve görünümü
Ortadoğu'dan bakıldığında Atina ilk Avrupa kentidir. Avrupa'dan bakıldığında ise Batı'dan Doğu'ya geçişin ilk belirtisidir. Ama Atina'yı Doğu ile Batı'nın bir karışımı olarak değerlendirmek de yanlıştır. Atina kendine özgü tarihiyle bir Yunan kentidir. Atina'nın nüfusu 1830'lardan sonra gözle görülür biçimde arttı. 1920'lerde Anadolu'dan gelen göçmenler, daha sonra da II. Dünya Savaşı ile 1946-49 arasındaki iç savaş sırasında kırsal bölgelerden kente akın, bu artışı hızlandırdı. 1960'lara gelindiğinde Atina büyük ve kozmopolit bir kent görünümüne bürünmüştü. Halkın çoğunluğu Ortodoks mezhebine bağlıdır. Atina'daki ruhani meclisçe yönetilen Yunan Ortodoks Kilisesi, Yunan dilinin, geleneklerinin ve edebiyatının canlı tutulmasında başlıca rolü oynayan kurumlardan biridir.
Atina, Yunan Bağımsızlık Savaşı sırasında tümüyle boşaltılmıştı. 1833'te yalnızca Akropolis'in kuzeyindeki küçük, dağınık evlerde 4 bin dolayında Atinalı vardı. Bavyera'dan Yunanistan'a kral olarak getirilen 18 yaşındaki Otho, kentin iki katlı tek taş yapısında oturmak zorunda kalmıştı. Otho Alman mimarlara bir saray yaptırdı. Sarayın aşağısında geniş bir bahçe alan (Sintagma Meydanı) düzenlendi. Victoria dönemi Londra'sında egemen olan mimarlık üslubunda binalar yapıldı. Buna Atina'da Otho üslubu denmektedir. Bu dönemde yeni başkentin yıllık büyüme hızı yüzde 7'ye ulaştı. Nüfusu 1907'de 167,479 oldu. Omonia Meydanı'nın açılmasını, Atina-Pire demiryolunun yapımı izledi. Sarayın Alman mimarlarının yaptıkları Atina Akademisi, Atina Üniversitesi ve Ulusal Kitaplık binaları Yunan Canlandırmacılığı üslubundadır.
Omonia Meydanı
Atina'nın düzenli gelişimi 1920'lerde Türkiye'yle Yunanistan arasındaki Ahali Mübadelesi'yle altüst oldu. 1 milyonu aşkın Rum Anadolu'dan Yunanistan'a göç etti. Yeni gelenler Atina ve Pire'nin çevresinde gecekondu bölgeleri oluşturdular. Nüfusu 473 binden 718 bine çıkan kent güneyde Pire'ye, kuzeyde Kifisia köyüne doğru büyümeye başladı. 1940'larda Alman işgali sırasında kent bakımsız ve harap kaldı. Atina'da 1941-1942 ve 1942-1943 yılının kış ayında 100.000'den fazla insan açlıktan öldü. İşgalin sona ermesiyle başlayan iç savaş boyunca da kentin bu durumu sürdü. Yunanistan'da 1944-1949 yılında İç Savaş başkenti sarstı. 3 Aralık 1944'te polis tarafından Syntagma Meydanı'na kitlesel bir gösteri oldu. ELAS birimleri polis karakolları saldırıya uğradı ve İngiliz kuvvetleri sokak savaşlarında savaştı.
1950'lerde Atina'da bir inşaat patlaması baş gösterdi. Rasgele yapılan apartmanlar kentin görünümünü önemli ölçüde değiştirdi. Bir anayol şebekesi düzenlendi, açık alanlar neredeyse tümüyle ortadan kalktı. Eskiden kentin dışında kalan Likavittos Tepesi, kentin bir parçası oldu. Kent deniz yönüne doğru büyüyerek Pire'yle birleşti. Nazım plan, büyüme hızına uygun olarak birkaç kez genişletildi ve kent merkezindeki arsa fiyatlarında büyük artışlar oldu. Trafik sıkışıklığı önemli ölçüde arttı. Marathon'daki yapay göl kentin su gereksinimini karşılamaya yetmeyince, Mornos Nehrine bir baraj yapıldı. Atina'nın hızlı değişimine karşın, 1931-60 arasında bütünüyle onarılan antik Agora ile çevresindeki caddelerde ve Akropolis'in kuzeyinde yer alan Plaka'da hala eski kentten izler bulmak olasıdır.
İlk dönem
Atina Neolitik Çağdan bu yana bir yerleşim alanıdır. En eski yapıların tarihi Son Tunç Çağına değin uzanır. O dönemde, kale işlevi gören Akropolis'in doruğuna kiklop (büyük boyutlu) taşlardan örülmüş dev bir duvar çevreliyordu. Duvarlarının sağlamlığından ya da coğrafi konumundan dolayı Atina, Son Tunç ve İlk Demir çağlarının karışık dönemlerini büyük yıkıma uğramadan atlattı. Ele geçen çanak çömlek üsluplarından Atina'daki uygarlığın kesintiye uğramadan geliştiği anlaşılmaktadır. Milattan Önce (MÖ) 1000'lerde kent kuzeybatı yönünde yayılmaya başladı. MÖ 6. yüzyılda, özellikle Peisistratos ve oğullarının egemenliği döneminde (MÖ y. 560-510) olağanüstü bir gelişme gösterdi. MÖ 580'de bugün Parthenon'un bulunduğu yere Hekatompedon olarak bilinen bir Athena Tapınağı yapıldı. MÖ 566'da Peisistratos, Athena'nın onuruna dört yılda bir yapılmak üzere Panathenaia Oyunları'nı yeniden düzenledi. MÖ 530'da Akropolis'te Athena Polias için büyük bir tapınak daha inşa edildi. Akropolis böylece kaleden çok, bir kutsal yer işlevi görmeye başladı. Kentin hızlı gelişmesi karşısında eski agora yetersiz kalınca Akropolis'in kuzeybatısındaki evler yıkılarak burada yeni bir agora düzenlendi. Burası siyasal, hukuksal, dinsel ve ticari amaçlı bir toplanma alanıydı. Ayrı bir tiyatronun inşa edilmesinden önce de oyun yarışmaları düzenlenirdi. Alanın çevresinde çeşitli kamu yapıları ve kutsal yapılar yer alırdı. MÖ 480'de Atina'yı ele geçiren Persler kenti yakıp yıktılar. Akropolis'teki yapılar ve yamaçlardaki pek çok ev yerle bir oldu.
Milattan Önce 479'da kenti geri alan Atinalılar daha büyük surlar yaptılar. Bu tarihten 20 yıl kadar sonra kenti, limanı Pire'ye bağlayan yolun iki yanında ünlü Uzun Duvarlar örüldü. Pers istilasından sonraki 30 yılda Atinalılar yalnızca surlsr, agorada Stoa Poikile ve kent meclisi yürütme kurulunun toplantı salonu gibi kamusal yapılar inşa ettiler. MÖ 449'da Perslerle varılan anlaşmadan sonra Atina yeni bir kalkınma dönemine girdi. Güney Attika'daki zengin Laurium (Lavrion) gümüş madenleri de yeniden işletilmeye başladı. Perikles, Perslere karşı Atina önderliğinde kurulan Delos Birliği'ni oluşturan kent devletlerinden para almayı savaştan sonra da sürdürdü. Bu kaynaklarla kent tarihinin en büyük yeniden inşa hareketi başlatıldı. Kırk yıl içinde Akropolis baştan aşağı yeniden yapıldı.
Yapımına MÖ 447'de başlanan Parthenon, MÖ 438'de bitirildi. Tapınağın yapımında Kallikrates, İktinos, Phidias gibi mimarlar görev aldılar. MÖ 431'de Peloponnesos Savaşı patlak verdiğinde Akropolis'in anıtsal kapısı Propylaion'un yapımı bitmek üzereydi. Nikias Barışı (MÖ 421) döneminde Erekhtheion Tapınağı'nın yapımına başlandı. Sicilya'ya düzenlenen sefer yüzünden (MÖ 415-413) Erekhtheion ancak MÖ 406'da tamamlanabildi. Atina'nın Peloponnesos Savaşı'ndan yenik çıkması üzerine tüm yapım etkinlikleri bir süre için durdu. MÖ 394'te Knidos açıklarında Spartalılara karşı bir deniz zaferi kazanan Konon, 10 yıl önce Spartalıların yıkmış olduğu Uzun Duvarlar'ı yeniden yaptırdı. MÖ 338-322 arasında devletin mali kaynaklarının denetlenmesinde görev yapan hatip Lykurgos yeni bir bayındırlık hareketi başlattı. Pnyks Tepesinde büyük bir toplantı salonu yapılırken, Dionysos Tiyatrosu yeniden inşa edildi. Panathenaia Stadionu da bu dönemde gerçekleştirilen yapılar arasındaydı. Bu dönemde Atina'daki mimarlık atılımlarının yanı sıra, felsefe okulları ortaya çıktı. Platon (MÖ 428/427-348/347) Akademia'da, Aristoteles ve yandaşları Lykeieon'da, Antisthenes ve Kynikler, Kynosarges gymnasion'unda felsefe okulları oluşturdular. Zenon agoradaki Stoa Poikile'de ders verirken, Epikuros ve izleyicileri kent içindeki bahçeli bir evde toplanıyorlardı. Ama görkemli tapınaklar, kamu yapıları ve caddeler dışında kentin pek etkileyici bir görünümü yoktu. Su sıkıntısı çekiliyordu. Sokaklar dar ve dolambaçlı, sokağa bakan evler de penceresiz, çirkin yapılardı.
Helenistik dönem ve Roma dönemi
Helenistik ve Roma dönemlerinde yabancı hükümdarlar da Atina'nın gelişmesine katkıda bulundular. Bunlar arasında en önemlileri Pergamonlu Attalos hanedanından II. Eumenes (hükümdarlığı MÖ 197-159) ile II. Attalos'tu (hükümdarlığı MÖ 159-138). İkisi de Akropolis yakınlarında ikişer katlı birer stoa yaptırdılar. MÖ 86'da kenti kanlı bir biçimde ele geçiren Romalı general Sulla, pek çok evi yıktırdı. Perikles Odeionu da savunma sırasında yandı, ama birkaç yıl içinde yeniden yapıldı. Roma döneminde eski agoranın doğusunda bir pazar yeri, gene agorada bir konser salonu, bir kütüphane, Akropolis'te İmparator Augustus ile Tanrıça Roma için bir tapınak yapıldı.
İmparator Hadrianus (hükümdarlığı Milattan Sonra 117-138) yapımına 600 yıl önce başlanan büyük Zeus Olympia Tapınağı'nı tamamladı. Ayrıca bugün Zappion Parkı'ndaki ünlü Hadrianus Kapısı'nı, bir kütüphane, bir gymnasion ve bir pantheion ile bugün hala kullanılan sukemerlerini yaptırdı. Yıkılmış olan Atina kent surları, Valerianus döneminde (Milattan Sonra 253-260) yeniden yapıldı. Ama MS 267'de bir Cermen kavmi olan Heruli istilası sırasında surlar bir kez daha yıkıldı. Kentin aşağı bölümü yağmalandı, agoranın tüm yapıları yakılıp yıkıldı. Probus döneminde (267-282) yıkılan evlerin taşlarından yeni bir duvar örüldü. 4 ve 5. yüzyıllarda Atina, Yunan dünyasının kültür merkezi olmayı sürdürdü. Ama 529'da İmparator Justinianos'un felsefe okullarını kapatması, kentin kültür yaşamını söndürdü. Bu dönemden sonra Atina Bizans İmparatorluğu'nun merkezi Konstantinopolis'in yanında bir taşra kasabası görünümüne büründü.
Bizans dönemi
Milattan Sonra 51'de Aziz Paulus'un Atina'ya gelmesi küçük bir Hıristiyan topluluğun doğmasına yol açmıştı. 4-6. yüzyıllarda Hıristiyanlığın resmen tanınması ve putperestliğin yasaklanmasından sonra kiliseler yapılmaya başladı. 11 ve 12. yüzyıllarda Atina bir ölçüde eski zengin yaşamına döndü. Kapnikaria, Aziz Theodoros gibi Bizans üslubunda, taş ve tuğla almaşık duvarlı küçük kiliseler bu dönemin beğenisini yansıtır.
Latin istilası dönemi
IV. Haçlı Seferi sırasında istilaya uğrayan kent, 1204'ten sonraki 250 yıl boyunca Latin boyunduruğu altında kaldı; bu dönemde fazla değişikliğe uğramadı.
Osmanlı dönemi
1458'de Osmanlılar Atina'yı ele geçirdiler. Latinler tarafından Katolik kilisesine çevrilen Parthenon, cami haline getirildi. Kentin alt bölümlerinde de camiler inşa edildi. Evliya Çelebi 1667-1670 arasında yöreyi ziyaret etmiş ve kentte dört cami, yedi mescit, bir medrese, üç mektep, iki han ve üç hamam olduğunu yazmıştı. Kentte ilk inşa edilen camilerden Fethiye Camisi, bugün müze deposu olarak kullanılmaktadır. Çeşitli dönemlerde yapılan sekiz camiden pek azı bugün ayaktadır. Hamamlar ise halen kullanılmaktadır. Barutun kuşatmalarda kullanılması ile birlikte kentin klasik mimarisi değişti. 17. yüzyılın ortalarına değin ayakta kalabilen Akropolis, kuşatmalar sırasında top atışıyla tahrip oldu.
Modern Yunanistan
1821'de Yunan başkaldırısının başlamasıyla ayaklanmacılar Atina'yı ele geçirdi. 1826'da Osmanlılar kenti geri aldı. Akropolis top ateşine tutulduktan sonra ele geçti. Bu sırada Erekhtheion hasar gördü. 1833'te Akropolis'in Yunanistan Krallığı'na geçmesinden sonra 1834'te Atina, yeni devletin başkenti oldu. I. Dünya Savaşı'nda Atina, Kral Konstantinos'un tahttan indirilmesine yol açan 1916-17 olaylarına sahne oldu. II. Dünya Savaşı'nda Alman birlikleri kenti işgal etti.
Tarihsel yapılar
Akropolis
Atina'nın tam merkezinde ve deniz düzeyinden 150 m yükseklikte yer alan Akropolis, eski dönemlerden beri kale ve tapınak olarak kullanılıyordu. Buradaki yapıların en ünlüsü Parthenon'dur. Eski Yunan'da kentin koruyucusu sayılan Tanrıça Athena'nın baş tapınağı olarak inşa edilen, dev sütunlarla çevrili, dikdörtgen biçimindeki Parthenon, tarihin çeşitli dönemlerinde kilise ve cami olarak da kullanıldı. 26 Eylül 1687'de Osmanlılara saldıran Venedik topçusunun ateşi sonucunda içerideki barut deposu isabet aldı ve buradaki cami ile binanın iç bölümleri yıkıldı. 1801'de Britanya büyükelçisi Lord Elgin, Akropolis'teki Türk evlerinin yıkılıp heykel kalıntılarının aranması için Padişah III. Selim'den izin alarak Atina'ya gitti. Parthenon'dan geriye kalan heykellerin çoğunu ve başka bazı kalıntıları Londra'ya götürüp British Museum'a sattı. Elgin Mermerleri olarak bilinen ve sökülüp götürülmesi büyük eleştirilere konu olan bu paha biçilmez koleksiyon, halen bu müzede sergilenmektedir.
Akropolis'teki öbür tapınaklardan Erekktheion Milattan Önce 5. yüzyılda Tanrıça Athena ve Tanrı Poseidon için yapıldı, Bizans döneminde kilise, Osmanlı döneminde de konut olarak kullanıldı. Akropolis'in özenli giriş kapısı Propylaion, surların tek açık yeriydi. Frank dükleri ortaçağda Propylaion'un kuzey kanadında da iki katlı bir yapı inşa ettiler. 12. yüzyılda da Rum Ortodoks piskoposları burada oturdular. Propylaion'un sağındaki Athena-Nike Tapınağı'nın taşları Venedik saldırısı sırasında sökülerek kale tahkiminde kullanıldı. Tapınak 1836'da kötü bir onarım gördü. 1936'da ise yeniden onarıldı.
Atinalı heykelci ve mimar Phidias'ın Milattan Önce 5. yüzyılda yaptığı ve Propylaion'un arkasındaki açıklıkta durduğu sanılan 9 m boyundaki Tanrıça Athena Promakhos heykeli ile Parthenon'daki gene Phidias'ın yapıtı olan fildişi ve altından Athena heykelini Bizans imparatoru Justinianos, Konstantinopolis'e (İstanbul) götürdü. Bu yapıtlar 1204'te Konstantinopolis'in Haçlılar tarafından yağmalanması sırasında kayboldu.
Başka önemli yapılar
Theatre of Herodes Atticus
Zengin bir Romalı olan Herodes Atticus MS 161'de Akropolis'in güney yamacında bin kişilik bir tiyatro yaptırdı. Sonraları onarılan bu yapı günümüzde de müze olarak ve tiyatro festivallerinde kullanılmaktadır. Milattan Önce 5. yüzyılda yapılmış olan Dionysos Tiyatrosu'nda da Şarap ve Eğlence Tanrısı Dionysos için bahar şenlikleri düzenlenirdi. Roma dönemindeki onarımlardan sonra bugünkü görünümünü alan 13 bin kişilik bu tiyatroya Yunanistan'ın birçok yöresinden, ayrıca İtalya ve Anadolu'dan izleyiciler gelirdi. Düzenlenen yarışmalarda birinci gelen koronun onuruna bir anıt dikilirdi. Bunlardan günümüze kadar kalabilen Lysikrates Anıtı MÖ 334 tarihlidir. Tiyatronun doğu yönünde Perikles Odeionu ile Asklepieion kutsal yeri kalıntıları (MÖ 420) ve Akropolis'in güneybatısındaki Nymphalar Tepesinde MS 2. yüzyılda Roma konsülü olan Suriyeli Philopappus'a adanmış mermer anıtın kalıntıları yer alır. Pnyks Tepesindeki ekklesia'da (meclis) Atinalı hatipler dinlenmek için 18 bin Atinalı bir araya gelirdi. Ares Tepesinin kuzeyinde kalan Agora'nın yakınında en iyi korunmuş Yunan tapınağı olan Theseion vardır (MÖ 5. yy). Bir başka önemli anıt sekizgen biçiminde ve 13 m yüksekliğindeki antik saat kulesi Horologion'dur. Bu anıt Sokrates ve Platon'un mezarı olduğu inancıyla Osmanlılar zamanında korunmuştur. Bizans dönemi yaptlarından üç kilise de günümüze değin kalabilmiştir.
Atina'nın tarihsel ve anıtsal yapıları uzun süre bakımsız ve yıkık halde kaldıktan sonra Kral Otho'nun gelmesiyle yeniden ele alındı. Otho bu kalıntıları incelemeleri ve eski yapıtları ortaya çıkarmaları için bilim adamlarını görevlendirdi. Klasik dönem sonrası yapılarını ortadan kaldırtarak, anıtların eski durumlarına getirilmesi için çalıştı.
Doğal yapı ve iklim
İmittos Dağı
Yunanistan'ın tarihsel başkenti olan Atina, Ege Denizine açılan ve artık kentle birleşmiş olan Pire limanının bulunduğu Faliron Körfezinden 8 km içeride, kuzey-güney doğrultusunda bir dizi tepeyle kesilen kurak bir havzada yer alır. Yazları kuruyan Kifisos Nehri kentin batı yarısından, genellikle kuru olan Ilisos Nehri de doğu yarısından geçerek denize dökülür. Kenti Parnis (1,413 m), Pendeli (1,096 m), İmittos (1,026 m), Aigaleon (468 m) dağları kuşatır.
Atina'nın iklimi yumuşaktır. Kışları kar çok çok az yağar, don ender görülür (sıcaklık 0 °C'nin altına pek inmez). Yazları sıcak (ortalama en yüksek 34 °C) ve kurudur. Yazın çoğu zaman gün boyunca poyraz eser, geceler serindir. Atina ikliminin bütün bu özelliklerii kentte açık hava etkinliklerinin yaygınlaşmasını sağlamış, mimarlık üslubu, toplumsal yaşam ve siyasal kurumlar üstünde önemli belirleyici etkiler yapmıştır.
Nüfus
2001 itibariyle kent nüfusu 745,514'tü. Atina, çevresiyle birlikte 3,761,810'a ulaşan nüfusuyla tüm ülke nüfusunun yaklaşık üçte birini barındırır. 1896 ve 2001 yılları arasında şehir nufüsu tablodaki gibidir.
Yıl Şehir Merkezi Nüfusu
1833 4,000
1896 123.000
1971 867.023
1981 885.737
1991 772.072
2001 745.514
Ekonomi
Dünya Savaşı'ndan sonra Atina bir iç ve dış ticaret merkezi oldu. Bugün Pire'yle birlikte ülkenin en önemli sanayi kentidir. Başlıca sanayi dalları pamuklu dokuma, içki, çömlekçilik, sabun, kimyasal maddeler, halıcılık ve tabakçılıktır. Atina'dan zeytinyağı, domates ürünleri, şarap, çimento, dokuma ürünleri ihraç edilir. Yayımcılık da önemli bir etkinlik alanıdır. 1980'lerden itibaren hava kirliliğinin büyük ölçüde artması yüzünden kentteki sanayi tesislerinin çoğalmaması ve başka yörelere kaydırılması için çeşitli önlemler alınmıştır.
Ulaşım ve denizcilik
Yunanistan'daki otomobil, traktör ve otobüslerin yarısından çoğu Atina'da bulunur. 1960'ların sonunda hükümet, Yunanlı gemi sahiplerine yabancı bandıralı gemilerini Yunanistan'a getirmeleri için bir çağrıda bulundu. Bunun ardından Yunan bandıralı gemileri sayısında önemli bir artış oldu. Ticaret gemilerinin büyük çoğunluğu ülkenin en büyük limanı ve deniz taşımacılığının önemli merkezlerinden Pire'ye kayıtlıdır.
Kentin transit sistemi elektrikli tren, otobüs ve tramvaydan oluşur. Elektrikli tren hattı güneydeki Pire'yi kuzeydeki Kifisia banliyösüne, başlıca demiryolu istasyonu olan Larissa da Atina'yı ülkenin öbür bölgelerine ve Avrupa'ya bağlar. 2000 yılında hizmete giren Atina metrosu toplam 47 km uzunluğunda 2 hattan oluşur. 2001'de hizmete giren Elefterios Venizelos Uluslararası Havalimanı şehirn doğusundadır.
Mitolojide Atina
Efsaneye göre Atina'nın anlamı Athena'nın Şehri'dir. Mitolojide Atina şehrine ismin verilmesi tanrılar arasındaki müsabaka sonucu olmuştur. Denizler tanrısı Poseidon şehre sahip olabilmek için üç dişli yabasını kayaya vurmuş ve vurduğu yerden at ortaya çıkmış, bazı söylencelere göre de su kaynağı fışkırmıştır. Bunun üzerine Zekâ tanrıçası Athena, yaldızlı mızrağını yavaşça yere dokundurmuş, oradan dalları pıtrak gibi olgun meyvelerle dolu gümüş yapraklı güzel bir zeytin ağacı bitmiştir. İnsanlar zeytin ağacını daha yararlı bulup beğendiklerinden şehir Atina adını alıp Athena'nın olmuştur.
Kozmopolit ve modern bir şehir olan Atina, antik çağlarda da önemli bir ticaret ve kültür merkeziydi. İsmi, koruyucusu olan savaş tanrıçası Athena'dan gelmektedir. 1896 ve 2004 Yaz Olimpiyatlarına ev sahipliği yapmıştır. Atina, ibadete açık cami bulunmayan tek Avrupa ülkesi başkentidir. Kentin yüzölçümü 39 km², metropoliten alanın yüzölçümü ise 427 km²'dir.
Kentin yapısı ve görünümü
Ortadoğu'dan bakıldığında Atina ilk Avrupa kentidir. Avrupa'dan bakıldığında ise Batı'dan Doğu'ya geçişin ilk belirtisidir. Ama Atina'yı Doğu ile Batı'nın bir karışımı olarak değerlendirmek de yanlıştır. Atina kendine özgü tarihiyle bir Yunan kentidir. Atina'nın nüfusu 1830'lardan sonra gözle görülür biçimde arttı. 1920'lerde Anadolu'dan gelen göçmenler, daha sonra da II. Dünya Savaşı ile 1946-49 arasındaki iç savaş sırasında kırsal bölgelerden kente akın, bu artışı hızlandırdı. 1960'lara gelindiğinde Atina büyük ve kozmopolit bir kent görünümüne bürünmüştü. Halkın çoğunluğu Ortodoks mezhebine bağlıdır. Atina'daki ruhani meclisçe yönetilen Yunan Ortodoks Kilisesi, Yunan dilinin, geleneklerinin ve edebiyatının canlı tutulmasında başlıca rolü oynayan kurumlardan biridir.
Atina, Yunan Bağımsızlık Savaşı sırasında tümüyle boşaltılmıştı. 1833'te yalnızca Akropolis'in kuzeyindeki küçük, dağınık evlerde 4 bin dolayında Atinalı vardı. Bavyera'dan Yunanistan'a kral olarak getirilen 18 yaşındaki Otho, kentin iki katlı tek taş yapısında oturmak zorunda kalmıştı. Otho Alman mimarlara bir saray yaptırdı. Sarayın aşağısında geniş bir bahçe alan (Sintagma Meydanı) düzenlendi. Victoria dönemi Londra'sında egemen olan mimarlık üslubunda binalar yapıldı. Buna Atina'da Otho üslubu denmektedir. Bu dönemde yeni başkentin yıllık büyüme hızı yüzde 7'ye ulaştı. Nüfusu 1907'de 167,479 oldu. Omonia Meydanı'nın açılmasını, Atina-Pire demiryolunun yapımı izledi. Sarayın Alman mimarlarının yaptıkları Atina Akademisi, Atina Üniversitesi ve Ulusal Kitaplık binaları Yunan Canlandırmacılığı üslubundadır.
Omonia Meydanı
Atina'nın düzenli gelişimi 1920'lerde Türkiye'yle Yunanistan arasındaki Ahali Mübadelesi'yle altüst oldu. 1 milyonu aşkın Rum Anadolu'dan Yunanistan'a göç etti. Yeni gelenler Atina ve Pire'nin çevresinde gecekondu bölgeleri oluşturdular. Nüfusu 473 binden 718 bine çıkan kent güneyde Pire'ye, kuzeyde Kifisia köyüne doğru büyümeye başladı. 1940'larda Alman işgali sırasında kent bakımsız ve harap kaldı. Atina'da 1941-1942 ve 1942-1943 yılının kış ayında 100.000'den fazla insan açlıktan öldü. İşgalin sona ermesiyle başlayan iç savaş boyunca da kentin bu durumu sürdü. Yunanistan'da 1944-1949 yılında İç Savaş başkenti sarstı. 3 Aralık 1944'te polis tarafından Syntagma Meydanı'na kitlesel bir gösteri oldu. ELAS birimleri polis karakolları saldırıya uğradı ve İngiliz kuvvetleri sokak savaşlarında savaştı.
1950'lerde Atina'da bir inşaat patlaması baş gösterdi. Rasgele yapılan apartmanlar kentin görünümünü önemli ölçüde değiştirdi. Bir anayol şebekesi düzenlendi, açık alanlar neredeyse tümüyle ortadan kalktı. Eskiden kentin dışında kalan Likavittos Tepesi, kentin bir parçası oldu. Kent deniz yönüne doğru büyüyerek Pire'yle birleşti. Nazım plan, büyüme hızına uygun olarak birkaç kez genişletildi ve kent merkezindeki arsa fiyatlarında büyük artışlar oldu. Trafik sıkışıklığı önemli ölçüde arttı. Marathon'daki yapay göl kentin su gereksinimini karşılamaya yetmeyince, Mornos Nehrine bir baraj yapıldı. Atina'nın hızlı değişimine karşın, 1931-60 arasında bütünüyle onarılan antik Agora ile çevresindeki caddelerde ve Akropolis'in kuzeyinde yer alan Plaka'da hala eski kentten izler bulmak olasıdır.
İlk dönem
Atina Neolitik Çağdan bu yana bir yerleşim alanıdır. En eski yapıların tarihi Son Tunç Çağına değin uzanır. O dönemde, kale işlevi gören Akropolis'in doruğuna kiklop (büyük boyutlu) taşlardan örülmüş dev bir duvar çevreliyordu. Duvarlarının sağlamlığından ya da coğrafi konumundan dolayı Atina, Son Tunç ve İlk Demir çağlarının karışık dönemlerini büyük yıkıma uğramadan atlattı. Ele geçen çanak çömlek üsluplarından Atina'daki uygarlığın kesintiye uğramadan geliştiği anlaşılmaktadır. Milattan Önce (MÖ) 1000'lerde kent kuzeybatı yönünde yayılmaya başladı. MÖ 6. yüzyılda, özellikle Peisistratos ve oğullarının egemenliği döneminde (MÖ y. 560-510) olağanüstü bir gelişme gösterdi. MÖ 580'de bugün Parthenon'un bulunduğu yere Hekatompedon olarak bilinen bir Athena Tapınağı yapıldı. MÖ 566'da Peisistratos, Athena'nın onuruna dört yılda bir yapılmak üzere Panathenaia Oyunları'nı yeniden düzenledi. MÖ 530'da Akropolis'te Athena Polias için büyük bir tapınak daha inşa edildi. Akropolis böylece kaleden çok, bir kutsal yer işlevi görmeye başladı. Kentin hızlı gelişmesi karşısında eski agora yetersiz kalınca Akropolis'in kuzeybatısındaki evler yıkılarak burada yeni bir agora düzenlendi. Burası siyasal, hukuksal, dinsel ve ticari amaçlı bir toplanma alanıydı. Ayrı bir tiyatronun inşa edilmesinden önce de oyun yarışmaları düzenlenirdi. Alanın çevresinde çeşitli kamu yapıları ve kutsal yapılar yer alırdı. MÖ 480'de Atina'yı ele geçiren Persler kenti yakıp yıktılar. Akropolis'teki yapılar ve yamaçlardaki pek çok ev yerle bir oldu.
Milattan Önce 479'da kenti geri alan Atinalılar daha büyük surlar yaptılar. Bu tarihten 20 yıl kadar sonra kenti, limanı Pire'ye bağlayan yolun iki yanında ünlü Uzun Duvarlar örüldü. Pers istilasından sonraki 30 yılda Atinalılar yalnızca surlsr, agorada Stoa Poikile ve kent meclisi yürütme kurulunun toplantı salonu gibi kamusal yapılar inşa ettiler. MÖ 449'da Perslerle varılan anlaşmadan sonra Atina yeni bir kalkınma dönemine girdi. Güney Attika'daki zengin Laurium (Lavrion) gümüş madenleri de yeniden işletilmeye başladı. Perikles, Perslere karşı Atina önderliğinde kurulan Delos Birliği'ni oluşturan kent devletlerinden para almayı savaştan sonra da sürdürdü. Bu kaynaklarla kent tarihinin en büyük yeniden inşa hareketi başlatıldı. Kırk yıl içinde Akropolis baştan aşağı yeniden yapıldı.
Yapımına MÖ 447'de başlanan Parthenon, MÖ 438'de bitirildi. Tapınağın yapımında Kallikrates, İktinos, Phidias gibi mimarlar görev aldılar. MÖ 431'de Peloponnesos Savaşı patlak verdiğinde Akropolis'in anıtsal kapısı Propylaion'un yapımı bitmek üzereydi. Nikias Barışı (MÖ 421) döneminde Erekhtheion Tapınağı'nın yapımına başlandı. Sicilya'ya düzenlenen sefer yüzünden (MÖ 415-413) Erekhtheion ancak MÖ 406'da tamamlanabildi. Atina'nın Peloponnesos Savaşı'ndan yenik çıkması üzerine tüm yapım etkinlikleri bir süre için durdu. MÖ 394'te Knidos açıklarında Spartalılara karşı bir deniz zaferi kazanan Konon, 10 yıl önce Spartalıların yıkmış olduğu Uzun Duvarlar'ı yeniden yaptırdı. MÖ 338-322 arasında devletin mali kaynaklarının denetlenmesinde görev yapan hatip Lykurgos yeni bir bayındırlık hareketi başlattı. Pnyks Tepesinde büyük bir toplantı salonu yapılırken, Dionysos Tiyatrosu yeniden inşa edildi. Panathenaia Stadionu da bu dönemde gerçekleştirilen yapılar arasındaydı. Bu dönemde Atina'daki mimarlık atılımlarının yanı sıra, felsefe okulları ortaya çıktı. Platon (MÖ 428/427-348/347) Akademia'da, Aristoteles ve yandaşları Lykeieon'da, Antisthenes ve Kynikler, Kynosarges gymnasion'unda felsefe okulları oluşturdular. Zenon agoradaki Stoa Poikile'de ders verirken, Epikuros ve izleyicileri kent içindeki bahçeli bir evde toplanıyorlardı. Ama görkemli tapınaklar, kamu yapıları ve caddeler dışında kentin pek etkileyici bir görünümü yoktu. Su sıkıntısı çekiliyordu. Sokaklar dar ve dolambaçlı, sokağa bakan evler de penceresiz, çirkin yapılardı.
Helenistik dönem ve Roma dönemi
Helenistik ve Roma dönemlerinde yabancı hükümdarlar da Atina'nın gelişmesine katkıda bulundular. Bunlar arasında en önemlileri Pergamonlu Attalos hanedanından II. Eumenes (hükümdarlığı MÖ 197-159) ile II. Attalos'tu (hükümdarlığı MÖ 159-138). İkisi de Akropolis yakınlarında ikişer katlı birer stoa yaptırdılar. MÖ 86'da kenti kanlı bir biçimde ele geçiren Romalı general Sulla, pek çok evi yıktırdı. Perikles Odeionu da savunma sırasında yandı, ama birkaç yıl içinde yeniden yapıldı. Roma döneminde eski agoranın doğusunda bir pazar yeri, gene agorada bir konser salonu, bir kütüphane, Akropolis'te İmparator Augustus ile Tanrıça Roma için bir tapınak yapıldı.
İmparator Hadrianus (hükümdarlığı Milattan Sonra 117-138) yapımına 600 yıl önce başlanan büyük Zeus Olympia Tapınağı'nı tamamladı. Ayrıca bugün Zappion Parkı'ndaki ünlü Hadrianus Kapısı'nı, bir kütüphane, bir gymnasion ve bir pantheion ile bugün hala kullanılan sukemerlerini yaptırdı. Yıkılmış olan Atina kent surları, Valerianus döneminde (Milattan Sonra 253-260) yeniden yapıldı. Ama MS 267'de bir Cermen kavmi olan Heruli istilası sırasında surlar bir kez daha yıkıldı. Kentin aşağı bölümü yağmalandı, agoranın tüm yapıları yakılıp yıkıldı. Probus döneminde (267-282) yıkılan evlerin taşlarından yeni bir duvar örüldü. 4 ve 5. yüzyıllarda Atina, Yunan dünyasının kültür merkezi olmayı sürdürdü. Ama 529'da İmparator Justinianos'un felsefe okullarını kapatması, kentin kültür yaşamını söndürdü. Bu dönemden sonra Atina Bizans İmparatorluğu'nun merkezi Konstantinopolis'in yanında bir taşra kasabası görünümüne büründü.
Bizans dönemi
Milattan Sonra 51'de Aziz Paulus'un Atina'ya gelmesi küçük bir Hıristiyan topluluğun doğmasına yol açmıştı. 4-6. yüzyıllarda Hıristiyanlığın resmen tanınması ve putperestliğin yasaklanmasından sonra kiliseler yapılmaya başladı. 11 ve 12. yüzyıllarda Atina bir ölçüde eski zengin yaşamına döndü. Kapnikaria, Aziz Theodoros gibi Bizans üslubunda, taş ve tuğla almaşık duvarlı küçük kiliseler bu dönemin beğenisini yansıtır.
Latin istilası dönemi
IV. Haçlı Seferi sırasında istilaya uğrayan kent, 1204'ten sonraki 250 yıl boyunca Latin boyunduruğu altında kaldı; bu dönemde fazla değişikliğe uğramadı.
Osmanlı dönemi
1458'de Osmanlılar Atina'yı ele geçirdiler. Latinler tarafından Katolik kilisesine çevrilen Parthenon, cami haline getirildi. Kentin alt bölümlerinde de camiler inşa edildi. Evliya Çelebi 1667-1670 arasında yöreyi ziyaret etmiş ve kentte dört cami, yedi mescit, bir medrese, üç mektep, iki han ve üç hamam olduğunu yazmıştı. Kentte ilk inşa edilen camilerden Fethiye Camisi, bugün müze deposu olarak kullanılmaktadır. Çeşitli dönemlerde yapılan sekiz camiden pek azı bugün ayaktadır. Hamamlar ise halen kullanılmaktadır. Barutun kuşatmalarda kullanılması ile birlikte kentin klasik mimarisi değişti. 17. yüzyılın ortalarına değin ayakta kalabilen Akropolis, kuşatmalar sırasında top atışıyla tahrip oldu.
Modern Yunanistan
1821'de Yunan başkaldırısının başlamasıyla ayaklanmacılar Atina'yı ele geçirdi. 1826'da Osmanlılar kenti geri aldı. Akropolis top ateşine tutulduktan sonra ele geçti. Bu sırada Erekhtheion hasar gördü. 1833'te Akropolis'in Yunanistan Krallığı'na geçmesinden sonra 1834'te Atina, yeni devletin başkenti oldu. I. Dünya Savaşı'nda Atina, Kral Konstantinos'un tahttan indirilmesine yol açan 1916-17 olaylarına sahne oldu. II. Dünya Savaşı'nda Alman birlikleri kenti işgal etti.
Tarihsel yapılar
Akropolis
Atina'nın tam merkezinde ve deniz düzeyinden 150 m yükseklikte yer alan Akropolis, eski dönemlerden beri kale ve tapınak olarak kullanılıyordu. Buradaki yapıların en ünlüsü Parthenon'dur. Eski Yunan'da kentin koruyucusu sayılan Tanrıça Athena'nın baş tapınağı olarak inşa edilen, dev sütunlarla çevrili, dikdörtgen biçimindeki Parthenon, tarihin çeşitli dönemlerinde kilise ve cami olarak da kullanıldı. 26 Eylül 1687'de Osmanlılara saldıran Venedik topçusunun ateşi sonucunda içerideki barut deposu isabet aldı ve buradaki cami ile binanın iç bölümleri yıkıldı. 1801'de Britanya büyükelçisi Lord Elgin, Akropolis'teki Türk evlerinin yıkılıp heykel kalıntılarının aranması için Padişah III. Selim'den izin alarak Atina'ya gitti. Parthenon'dan geriye kalan heykellerin çoğunu ve başka bazı kalıntıları Londra'ya götürüp British Museum'a sattı. Elgin Mermerleri olarak bilinen ve sökülüp götürülmesi büyük eleştirilere konu olan bu paha biçilmez koleksiyon, halen bu müzede sergilenmektedir.
Akropolis'teki öbür tapınaklardan Erekktheion Milattan Önce 5. yüzyılda Tanrıça Athena ve Tanrı Poseidon için yapıldı, Bizans döneminde kilise, Osmanlı döneminde de konut olarak kullanıldı. Akropolis'in özenli giriş kapısı Propylaion, surların tek açık yeriydi. Frank dükleri ortaçağda Propylaion'un kuzey kanadında da iki katlı bir yapı inşa ettiler. 12. yüzyılda da Rum Ortodoks piskoposları burada oturdular. Propylaion'un sağındaki Athena-Nike Tapınağı'nın taşları Venedik saldırısı sırasında sökülerek kale tahkiminde kullanıldı. Tapınak 1836'da kötü bir onarım gördü. 1936'da ise yeniden onarıldı.
Atinalı heykelci ve mimar Phidias'ın Milattan Önce 5. yüzyılda yaptığı ve Propylaion'un arkasındaki açıklıkta durduğu sanılan 9 m boyundaki Tanrıça Athena Promakhos heykeli ile Parthenon'daki gene Phidias'ın yapıtı olan fildişi ve altından Athena heykelini Bizans imparatoru Justinianos, Konstantinopolis'e (İstanbul) götürdü. Bu yapıtlar 1204'te Konstantinopolis'in Haçlılar tarafından yağmalanması sırasında kayboldu.
Başka önemli yapılar
Theatre of Herodes Atticus
Zengin bir Romalı olan Herodes Atticus MS 161'de Akropolis'in güney yamacında bin kişilik bir tiyatro yaptırdı. Sonraları onarılan bu yapı günümüzde de müze olarak ve tiyatro festivallerinde kullanılmaktadır. Milattan Önce 5. yüzyılda yapılmış olan Dionysos Tiyatrosu'nda da Şarap ve Eğlence Tanrısı Dionysos için bahar şenlikleri düzenlenirdi. Roma dönemindeki onarımlardan sonra bugünkü görünümünü alan 13 bin kişilik bu tiyatroya Yunanistan'ın birçok yöresinden, ayrıca İtalya ve Anadolu'dan izleyiciler gelirdi. Düzenlenen yarışmalarda birinci gelen koronun onuruna bir anıt dikilirdi. Bunlardan günümüze kadar kalabilen Lysikrates Anıtı MÖ 334 tarihlidir. Tiyatronun doğu yönünde Perikles Odeionu ile Asklepieion kutsal yeri kalıntıları (MÖ 420) ve Akropolis'in güneybatısındaki Nymphalar Tepesinde MS 2. yüzyılda Roma konsülü olan Suriyeli Philopappus'a adanmış mermer anıtın kalıntıları yer alır. Pnyks Tepesindeki ekklesia'da (meclis) Atinalı hatipler dinlenmek için 18 bin Atinalı bir araya gelirdi. Ares Tepesinin kuzeyinde kalan Agora'nın yakınında en iyi korunmuş Yunan tapınağı olan Theseion vardır (MÖ 5. yy). Bir başka önemli anıt sekizgen biçiminde ve 13 m yüksekliğindeki antik saat kulesi Horologion'dur. Bu anıt Sokrates ve Platon'un mezarı olduğu inancıyla Osmanlılar zamanında korunmuştur. Bizans dönemi yaptlarından üç kilise de günümüze değin kalabilmiştir.
Atina'nın tarihsel ve anıtsal yapıları uzun süre bakımsız ve yıkık halde kaldıktan sonra Kral Otho'nun gelmesiyle yeniden ele alındı. Otho bu kalıntıları incelemeleri ve eski yapıtları ortaya çıkarmaları için bilim adamlarını görevlendirdi. Klasik dönem sonrası yapılarını ortadan kaldırtarak, anıtların eski durumlarına getirilmesi için çalıştı.
Doğal yapı ve iklim
İmittos Dağı
Yunanistan'ın tarihsel başkenti olan Atina, Ege Denizine açılan ve artık kentle birleşmiş olan Pire limanının bulunduğu Faliron Körfezinden 8 km içeride, kuzey-güney doğrultusunda bir dizi tepeyle kesilen kurak bir havzada yer alır. Yazları kuruyan Kifisos Nehri kentin batı yarısından, genellikle kuru olan Ilisos Nehri de doğu yarısından geçerek denize dökülür. Kenti Parnis (1,413 m), Pendeli (1,096 m), İmittos (1,026 m), Aigaleon (468 m) dağları kuşatır.
Atina'nın iklimi yumuşaktır. Kışları kar çok çok az yağar, don ender görülür (sıcaklık 0 °C'nin altına pek inmez). Yazları sıcak (ortalama en yüksek 34 °C) ve kurudur. Yazın çoğu zaman gün boyunca poyraz eser, geceler serindir. Atina ikliminin bütün bu özelliklerii kentte açık hava etkinliklerinin yaygınlaşmasını sağlamış, mimarlık üslubu, toplumsal yaşam ve siyasal kurumlar üstünde önemli belirleyici etkiler yapmıştır.
Nüfus
2001 itibariyle kent nüfusu 745,514'tü. Atina, çevresiyle birlikte 3,761,810'a ulaşan nüfusuyla tüm ülke nüfusunun yaklaşık üçte birini barındırır. 1896 ve 2001 yılları arasında şehir nufüsu tablodaki gibidir.
Yıl Şehir Merkezi Nüfusu
1833 4,000
1896 123.000
1971 867.023
1981 885.737
1991 772.072
2001 745.514
Ekonomi
Dünya Savaşı'ndan sonra Atina bir iç ve dış ticaret merkezi oldu. Bugün Pire'yle birlikte ülkenin en önemli sanayi kentidir. Başlıca sanayi dalları pamuklu dokuma, içki, çömlekçilik, sabun, kimyasal maddeler, halıcılık ve tabakçılıktır. Atina'dan zeytinyağı, domates ürünleri, şarap, çimento, dokuma ürünleri ihraç edilir. Yayımcılık da önemli bir etkinlik alanıdır. 1980'lerden itibaren hava kirliliğinin büyük ölçüde artması yüzünden kentteki sanayi tesislerinin çoğalmaması ve başka yörelere kaydırılması için çeşitli önlemler alınmıştır.
Ulaşım ve denizcilik
Yunanistan'daki otomobil, traktör ve otobüslerin yarısından çoğu Atina'da bulunur. 1960'ların sonunda hükümet, Yunanlı gemi sahiplerine yabancı bandıralı gemilerini Yunanistan'a getirmeleri için bir çağrıda bulundu. Bunun ardından Yunan bandıralı gemileri sayısında önemli bir artış oldu. Ticaret gemilerinin büyük çoğunluğu ülkenin en büyük limanı ve deniz taşımacılığının önemli merkezlerinden Pire'ye kayıtlıdır.
Kentin transit sistemi elektrikli tren, otobüs ve tramvaydan oluşur. Elektrikli tren hattı güneydeki Pire'yi kuzeydeki Kifisia banliyösüne, başlıca demiryolu istasyonu olan Larissa da Atina'yı ülkenin öbür bölgelerine ve Avrupa'ya bağlar. 2000 yılında hizmete giren Atina metrosu toplam 47 km uzunluğunda 2 hattan oluşur. 2001'de hizmete giren Elefterios Venizelos Uluslararası Havalimanı şehirn doğusundadır.
Mitolojide Atina
Efsaneye göre Atina'nın anlamı Athena'nın Şehri'dir. Mitolojide Atina şehrine ismin verilmesi tanrılar arasındaki müsabaka sonucu olmuştur. Denizler tanrısı Poseidon şehre sahip olabilmek için üç dişli yabasını kayaya vurmuş ve vurduğu yerden at ortaya çıkmış, bazı söylencelere göre de su kaynağı fışkırmıştır. Bunun üzerine Zekâ tanrıçası Athena, yaldızlı mızrağını yavaşça yere dokundurmuş, oradan dalları pıtrak gibi olgun meyvelerle dolu gümüş yapraklı güzel bir zeytin ağacı bitmiştir. İnsanlar zeytin ağacını daha yararlı bulup beğendiklerinden şehir Atina adını alıp Athena'nın olmuştur.
bendeki can yücel resimleri/ gülsüm cengiz
Geçtiğimiz günlerde, Kuzguncuk’ta Can Yücel’i andık. Konuşmamı hazırlarken, popüler kültürün egemenliğindeki kitle iletişim araçlarında ve kimi çevrelerde onun şarabı seven, küfreden, şiirlerinde küfür sözcükleri kullanan bir kimlik olarak yansıtılmasının; Can Yücel’in insan, şair, devrimci kimliğinin bütünsel olarak algılanmasının zaman zaman önüne geçtiğini düşündüm. Onu daraltan, kitlelere yanlış tanıtan bu görüntüler Can Yücel’i bütünsel olarak yansıtmıyor. Ben, onun şiirlerinden ve yaşam karşısındaki duruşundan yola çıkarak bendeki Can Yücel resimlerinden söz etmek istiyorum.

SEVGİ DOLU BİR BABA
Eğitimci yazar Yılmaz Elmas ile birlikte gittiğimiz Kandilli’deki evindeyse bir baba çıktı karşıma… Ülkemizdeki bütün çocuklarla birlikte, kendi çocukları için de içi titreyen, düşler kuran, başarılarından kıvanç duyan… O gün, bizimle paylaştığı şeylerden biri, bir zarfın üstündeki puldu. Uluslarararası bir resim yarışmasında ödül alan 9 yaşındaki Su Yücel’in yaptığı resmin basıldığı pulu bize gösterirken içi sevgiyle, kıvançla dolu bir baba vardı karşımızda. Yine de biraz utangaç; övündüğü sanılacak diye… Şu dizelerde söylediği gibi:
ÖZGÜRLÜKLERE TUTKUN BİR ŞAİR
Devrimci ve özgürlüklere tutkun bir şair olarak tanıdım Can Yücel’i; hem şiirlerinden hem yaşam karşısındaki duruşundan. Ne var ki bedeli hapisti, zindandı, işkenceydi devrimci ve özgürlüklere tutkun bir şair olmanın. Can Yücel’e de ödetildi bu bedel. Bir Sen Eksiktin Ayışığı şiiri yaşadıklarının yakın tanığıydı.
YAŞAMI BOYU ÖRGÜTLÜ OLDU
Can Yücel devrimci ve sosyalist kimliği gereği yaşamı boyunca örgütlü olmuştur. Gençlik dönemlerinden gelen örgüt bilinci, 1996 yılında Emek Partisinin kurucuları arasında yer almasını sağlamıştı. Çocukluğumu geçirdiğim Kuzguncuk’a yıllar sonra Can Yücel’in kapısını çalmak için dönmüştüm. Şairle, partinin kültür politikası üzerine sohbet etmek, düşüncelerini öğrenmek, önerilerini almak için evinde buluşmuştuk. Sonra, birkaç kez daha ziyaret ettim onu. Bu sohbetlerden birinde bana söylediği; “Ben inatçı bir komünistim, bir partiye girdim mi tam girerim” sözü, Kuzguncuk’u anlatan, ona adadığım bir şiirde yer aldı. Farklı dönemlerde farklı partilerde yer alan şair, işçi sınıfının örgütlü mücadelesiyle hayatı değiştirebileceği inancını hep korudu; tıpkı İşçi Marşı şiirinde söylediği gibi:
ÖFKEMİ SEVGİ KAÇIRDI
Can Yücel kızına yazdığı şiirde “ihtiyar adamım artık” der ama aslında o hep gençtir; beyni, yüreği yaşlanmayan bütün devrimciler gibi. Can Yücel, çocuklara ve gençlere sevginin yanı sıra acılar, açlıklar, yokluklar, yoksulluklar, baskılar, hapisler, idamlardan sakınma, koruma duygularıyla bağlıdır. Gençlere yapılan haksızlıklara öfkelidir; baskılara, acılara inat gençlerin günlerini ışıtabilmek, renklendirebilmek ister. Bu isteğini, “Sevgili Gençlik” şiirinde dışa vurur:
“Öyle parçalandım ki ömrümde sevgiyle öfke arasında/ Sevgimi öfke vurdu/ Öfkemi sevgi kaçırdı/ İçim parçalandı arada/ Bi de bigün baktım gökyüzüne, bir bayram gecesi/ Bir kestane fişeği açmış yedi rengimden/ Yağıyorum çocukların üstüne.”
HAKSIZLIKLARA KARŞI ÖFKEYLE DOLU
1974’ün ilk aylarıydı. Önce Sevgi Duvarı’ndaki şiirlerinden tanıdım Can Yücel’i. Sander Yayınlarının yayımladığı kitabın kapağını, usta sanatçı Mengü Ertel tasarlamıştı. Bütün kapağı kaplayan duvardaki tuğlaların arasında bitivermiş sarı çiçeği görünce sıcacık olmuştu içim. Şairin tutsaklığına bir göndermeydi duvar; çiçekse insanın geleceği adına kurduğumuz düşün hiç bitmeyen umuduydu… 1950 ile 1973 arasında yazılmış şiirleri okurken içi insan sevgisinin yanı sıra haksızlıklara karşı öfkeyle dolu Can Yücel’i tanıdım önce… “Bir Numaralı Halk Düşmanı” şiiri şu dizelerle sona eriyordu:
1974’ün ilk aylarıydı. Önce Sevgi Duvarı’ndaki şiirlerinden tanıdım Can Yücel’i. Sander Yayınlarının yayımladığı kitabın kapağını, usta sanatçı Mengü Ertel tasarlamıştı. Bütün kapağı kaplayan duvardaki tuğlaların arasında bitivermiş sarı çiçeği görünce sıcacık olmuştu içim. Şairin tutsaklığına bir göndermeydi duvar; çiçekse insanın geleceği adına kurduğumuz düşün hiç bitmeyen umuduydu… 1950 ile 1973 arasında yazılmış şiirleri okurken içi insan sevgisinin yanı sıra haksızlıklara karşı öfkeyle dolu Can Yücel’i tanıdım önce… “Bir Numaralı Halk Düşmanı” şiiri şu dizelerle sona eriyordu:
“Biliyorum suçluyum razıyım cezama/ Çalmadım öldürmedim ama daha kötüsünü yaptım/ Na’aptım biliyor musunuz Reis Bey/ Tuttum insanları sevdim.”
Sonra yüz yüze tanıştık; önce Cağaloğlu’ndaki Meserret kahvesinde, sonra Kandilli’deki evinde… Meserret kahvesindeki, cezaevinden yeni çıkmış öfkeli bir ozandı. Cezaevinde tutulmasına, gencecik devrimcilerin idam edilmesine, öldürülmesine, ülkemizin emperyalizme peşkeş çekilmesine öfkeliydi.

SEVGİ DOLU BİR BABA
Eğitimci yazar Yılmaz Elmas ile birlikte gittiğimiz Kandilli’deki evindeyse bir baba çıktı karşıma… Ülkemizdeki bütün çocuklarla birlikte, kendi çocukları için de içi titreyen, düşler kuran, başarılarından kıvanç duyan… O gün, bizimle paylaştığı şeylerden biri, bir zarfın üstündeki puldu. Uluslarararası bir resim yarışmasında ödül alan 9 yaşındaki Su Yücel’in yaptığı resmin basıldığı pulu bize gösterirken içi sevgiyle, kıvançla dolu bir baba vardı karşımızda. Yine de biraz utangaç; övündüğü sanılacak diye… Şu dizelerde söylediği gibi:
“Ben utangaç tabiatlı bir adamım. Küçük kızım Su’ya bakmayın siz, - Ona göre ben, o’ooh! yumuşak başlı bir kaplanım -Ciddi söylüyorum, fena halde utangaçımdır. Hele biri beni ezkaza övmeye başlasın, resmen kızarır, bozararım.”
Sevgi dolu bir babaydı o. Çocuklarına ve bütün çocuklara olan sevgisini, güvenini kızı Güzel için yazdığı şiirde dile getirmişti:
“Sen ki çiçekleri toplamayan Güzelim/ Çiçekleri sulayan çocuk/ Ve ben ki buruk ve kavruk/ Bir ihtiyar adamım artık,/ Öyle güzeldim ki senle, çiçeklerden çok…Ve anladım, anladım ki bir daha: Düşünde bile göremez işler/ Düşlerin gördüğü işleri.”
ÖZGÜRLÜKLERE TUTKUN BİR ŞAİR
Devrimci ve özgürlüklere tutkun bir şair olarak tanıdım Can Yücel’i; hem şiirlerinden hem yaşam karşısındaki duruşundan. Ne var ki bedeli hapisti, zindandı, işkenceydi devrimci ve özgürlüklere tutkun bir şair olmanın. Can Yücel’e de ödetildi bu bedel. Bir Sen Eksiktin Ayışığı şiiri yaşadıklarının yakın tanığıydı.
“Bileklerimizi morartmış yeni/ Alman kelepçeleri,/ Otobüsün kaloriferleri bozuldu/ Kaman’dan sonra/ Sekiz saat oluyor karbonatlı bir çay bile içemedik,/ Başımızda pirensip sahibi bir başçavuş./ Niğde üzerinden/ Adana Cezaevi’ne gidiyoruz…/ Bi sen eksiktin ayışığı/ Gümüş bir tüy dikmek için manzaraya!”
Yalnız değildi tutsaklıkta ve bunu da yazdı şair. Sardunyaya Ağıt şiirinde, cezaevlerindeki çiçek yasağını dile getirirken “yeşil ölümle dalaşta” dizesiyle genç ölümlere olan tepkisini de ortaya koymuştur. Şiir şu dizelerle sonlanır:
“Canların gözü yaşta,/ Aklı idamlık yoldaşta/ Yeşil ölümle dalaşta/ ikindiyin saat beşte.”
YAŞAMI BOYU ÖRGÜTLÜ OLDU
Can Yücel devrimci ve sosyalist kimliği gereği yaşamı boyunca örgütlü olmuştur. Gençlik dönemlerinden gelen örgüt bilinci, 1996 yılında Emek Partisinin kurucuları arasında yer almasını sağlamıştı. Çocukluğumu geçirdiğim Kuzguncuk’a yıllar sonra Can Yücel’in kapısını çalmak için dönmüştüm. Şairle, partinin kültür politikası üzerine sohbet etmek, düşüncelerini öğrenmek, önerilerini almak için evinde buluşmuştuk. Sonra, birkaç kez daha ziyaret ettim onu. Bu sohbetlerden birinde bana söylediği; “Ben inatçı bir komünistim, bir partiye girdim mi tam girerim” sözü, Kuzguncuk’u anlatan, ona adadığım bir şiirde yer aldı. Farklı dönemlerde farklı partilerde yer alan şair, işçi sınıfının örgütlü mücadelesiyle hayatı değiştirebileceği inancını hep korudu; tıpkı İşçi Marşı şiirinde söylediği gibi:
“Hava döndü, işçiden işçiden esiyor yel/ Dumanı dağıtacak yıldız-poyraz başladı/ Bahar yakın demek ki mevsim böyle kışladı/ Bu fırtına yarınki sütlimanlara bedel/ Hava döndü işçiden, işçiden esiyor yel.”
Can Yücel, yaşama, mücadeleye olduğu kadar sevdaya da tutkuluydu. Yaşamını paylaştığı Güler Yücel için yazdığı pek çok sevgi dizesinin yanı sıra Kadınım Akdeniz Yaraşıyor Sana şiirindeki dizeler de sevdayı bütünsel olarak algıladığını ortaya koymaktadır:
“Senle yaşadığım günler gümüş bir çevre oldu ömrüm değince güneşine.”
ÖFKEMİ SEVGİ KAÇIRDI
Can Yücel kızına yazdığı şiirde “ihtiyar adamım artık” der ama aslında o hep gençtir; beyni, yüreği yaşlanmayan bütün devrimciler gibi. Can Yücel, çocuklara ve gençlere sevginin yanı sıra acılar, açlıklar, yokluklar, yoksulluklar, baskılar, hapisler, idamlardan sakınma, koruma duygularıyla bağlıdır. Gençlere yapılan haksızlıklara öfkelidir; baskılara, acılara inat gençlerin günlerini ışıtabilmek, renklendirebilmek ister. Bu isteğini, “Sevgili Gençlik” şiirinde dışa vurur:
“Öyle parçalandım ki ömrümde sevgiyle öfke arasında/ Sevgimi öfke vurdu/ Öfkemi sevgi kaçırdı/ İçim parçalandı arada/ Bi de bigün baktım gökyüzüne, bir bayram gecesi/ Bir kestane fişeği açmış yedi rengimden/ Yağıyorum çocukların üstüne.”
Evet, nerede haksızlıklara karşı bir başkaldırı, mücadele varsa Can Yücel oradadır; şarkılanan şiirleriyle, ağaç dallarına, duvarlara yazılan dizeleriyle ve yaşam karşısındaki ışıklı duruşuyla…
'Bendeki Can Yücel resimleri'
YAŞAMIN YEDİ RENGİ VAR
Gülsüm Cengiz
glsmcengiz@gmail.com
evrensel.net - Güncelleme tarihi: 2013-08-16 19:16:53
YAŞAMIN YEDİ RENGİ VAR
Gülsüm Cengiz
glsmcengiz@gmail.com
evrensel.net - Güncelleme tarihi: 2013-08-16 19:16:53
![]() |
fotoğraf: fahir m. çelik |
16 Ağustos 2013 Cuma
akşamı çağır bana çocuk/ ahmet günbaş
kuş mitingi/ adnan yücel
15 Ağustos 2013 Perşembe
MİLLER'IN AŞK MEKTUPLARI
![]() |
Henri Miller, Hoki Tokuda ile birlikte, yıl 1967.. |
MİLLER'IN AŞK MEKTUPLARI
![]() |
Henri Miller'dan Hoki Tokuda'ya... |
O yıl, yani 1966'da Henry Miller 75 yaşındaydı. Bir arkadaşının evinde masatenisi oynarken caz şarkıcısı ve piyanist Hoki Tokuda ile karşılaştı. Âşık oldu. Ona gönderdiği ilk üç fotoğraf üç yaşını gösteriyordu. Miller için sıkıntılı geçen on beş aydan sonra 10 Eylül 1967'de evlendiler. Bu 15 ay içinde, Tokuda sıklıkla Japonya'daydı ve Miller altından kalkmakta zorlandığı bir acının içindeydi. 1969'da karısına otuz dört mektup yazdı, 1970'in Mayıs'ında ayrıldılar. 1975'e kadar düzensiz de olsa yazıştılar. Hoki, Henry Miller'ın ölümünden sonra Joyce Howard'ı arayarak mektupların yayımlanmasının yolunu açtı. Howard, Parantez Yayınevi tarafından Türkçeleştirilerek basılan "Henry Miller - Aşk Mektupları" kitabının girişindeki önsözünde şöyle diyordu: "... Böylece, bu doğu-batı, nisan-ekim ilişkisi Henry yetmiş beşinde, Hoki de yirmi sekizindeyken başlamış oldu. Bu, ruhbilimsel bir yapbozu andıran ve sıra dışı kişilikleri olan kişileri ilgilendirdiğinden eşine az rastlanan bir ilişkiydi..."
![]() |
1968 tarihli bu fotoğraf Hoki'den Henri Miller'a gönderildi... |
Ağustos 1966
Büyük olasılıkla, son altı haftada üç evlenme teklifi aldığıma da inanmayacaksın (ayrıca New York'lu iki bayan da gidip onlarla yaşamam için yalvarıyorlar). Biri Paris'te, biri Berlin'de ve diğeri de Varşova'da. Şaka yapmıyorum. Bunları sana büyük bir sevgili, karşı konulmaz bir Don Juan olduğumu kanıtlamak için anlatmıyorum, yalnızca bu işlerin benden geçmediğini bilmeni istiyorum. Ve senin asıl inanmayacağın şeyse o kadınlara, güzel bir Japon kıza umutsuzca âşık olduğumu anlatmamdır. Kastettiğim kız da elbette ki Majesteleri İmparatoriçenin gözdesi Hoki-Sama'dan başkası değildi.
![]() |
Hoki bir müzede, yıl, 1966... |
Ava Gardner bile seni biraz kıskanıyor!
Ağustos 1966
Bir taneme
Ve aşk şarkısı hâlâ sürüyor... Hiç "curette" diye bir şey duydun mu? Kürtajdan sonra rahmi kazımak için kullanılan bir alet. Bu öğleden sonra sanki ruhumun içinde "curette" kullanmışsın gibiydi. Artık "Japon hastalığı"ndan ölmeyeceğime emin olabilirim.
Eylül 1966
Pazar 02:30
Sevgili Hoki-Anata bakari!*
Bu sabah telefonda, son eşimin (Eve), harika bir günün ardından uykusunda öldüğünü öğrendim. Bütün eşlerim -ve sevgililerim- içinde en iyisiydi, benim için her şeyi yapardı. Biz boşandıktan ve o evlendikten kısa bir süre sonrasına kadar da yapmaya devam etti. Bense onun bu iyiliklerine, çok kısa sürede sıkıldığım, değersiz genç bir kaltakla Avrupa'ya kaçarak karşılık verdim...
Yakında seni yine görüyor olabilirim ama farklı bir gözle. Yaşam olanaksızı araştırmak için çok kısa. Sonunda şunu anladım; büyüleyici koyu renk gözlerinin derinliklerinde saklanan şey, gizem olduğunu sandığım şey yalnızca boşlukmuş.
*Bir tanem
2/11/66
Hoki'nin ricası üzerine, Henry'nin Hoki'ye armağanı olan resmin sol dibindeki "chin chin"ler posta pullarıyla kapatıldı.
Perşembe gece yarısı
Unutma, sol el hayalperesttir.- Bütün düşler do diyez minör anahtarla çalınmalıdır.
24/11/66
25 Kasım 1966
Parasız yaşadım, evsiz yaşadım, yiyeceksiz yaşadım, hatta inançsız yaşadığım dönemlerim de oldu, ancak hiç bu kadar uzun sevgisiz yaşayamadım. Senin sevgin olmaksızın yaşamak zorundaysam bu yok oluşum demektir, çünkü senin yerini alabilecek kimse yok. Sana erkeksi gururun kalan son parçasıyla birlikte yüreğimi sundum. İstiyorsan, ayaklarının altında ez onu, ama yalvarırım işini çabuk bitir.
7 Haziran 1967
Hep uykusuzluk çekmişimdir ancak bu seferki farklı. İçim sevinçle dolu, gülümseyerek ya da gülerek uyanıyorum. Harika değil mi? Hepsini sana borçluyum. Büyük âşık olarak yitirdim ama kendimi bir erkek olarak, tanrılardan ya da herhangi birinden iyilik gereksemeyen, yalnızca yaşamaktan mutlu olan bir insan olarak buldum. Yaşadığım bu evrenden tat alabildiğim için Tanrı'ya (ya da her kimse ona) şükür.
3 Temmuz 1967
(Miller tarafından Hoki ile ilişkilerine dair bir yazı yayımlayan Japonca bir derginin editörüne yazılmış)
Bildiğiniz gibi hem Hoki, hem de Riko kırgınlar. Sanırım yaptığınız yanlış, Hoki hakkında tanıdıklarına sorular sormanızdı. Eğer yazınızı benimle yaptığınız görüşme ile sınırlamış olsaydınız işler çok daha kolaylaşırdı. Hoki'nin kazancının tartışılmasını abartılmış bulmakla kalmadım, bunun hangi amaca hizmet ettiğini de anlayamadım. Hoki'nin benden Jaguar istediği doğru değil ve ben de almadım. Hoki benden hiçbir zaman para istemediği gibi bana her çeşit hediyeyi aldı. Ben de aynı biçimde davrandım elbette.
.......
Bu Hoki aşkı bitmedi, inanın bana. Hoki için aslında bitebilir ama benim için değil. Sevgimden sıkıldığını gördüm. Bunun ne kadar umutsuz olduğunu onun kadar iyi biliyorum. Benim bir ayağım çukurda, onunsa önünde koca bir yaşam var. Reddedildiğim için daha çok acı, incinme duymuyorum. Yalnızca, yaşamımı paylaşamadığı için koca bir boşluk hissediyorum. Beni kabul etseydi belki de perişan olacaktım. Birlikte yaşayacak olsak belki de er geç ondan nefret edecektim, ancak bunun sevgimle hiçbir ilgisi yok. Beni yaralayan Hoki değil, küçücük yüreğim için çok büyük olan bu sevgi. Ben özgür bir adamım, istediğimi yapar, istediğimi severim. Ancak bu sevdiğimin yerini doldurmuyor. İsterseniz bana saf deyin ama ben Hoki'nin beni sevgiyi anladığı için sevdiğine inanıyorum.
13 Nisan 1968
Dünkü mektubum çok iş kokmuş olabilir. Bunca zamandır senden haber alamayışımdan ötürü küskünlüğümün yanı sıra sana söyleyecek çok şeyim vardı. Seni biraz olsun özleyip özlemediğimi soruyorsun. Hem evet, hem hayır. Dürüst olmak gerekirse evet. Hayır, çünkü seni buradayken de çok az gördüğümden pek fark etmiyor. Uykusuzluk krizleri sen ayrıldığından bu yana ayak parmağımın kaşıntısıyla yeniden başladı. Sanırım ayak parmağım senin burada olmayışına tepki gösteriyor.
17 Nisan 1968
Sevgili Hoki-San,
Geçenlerde gönderdiğim iki mektubu şimdiye kadar almışsındır umarım. Bu arada senden hâlâ ses yok. (Her yerde ütüyü arıyoruz. Senin götürdüğünü sanıyorum, doğru mu?)
26 Nisan 1968
Not. Birisi bana seninle yapılan bir görüşmenin kupürünü gönderdi. (Karanlık, gizemli-güzel bir görünüşün vardı) Ancak çeviride "Beni özlemediğin..." yazılı.
27 Nisan 1968
Pazartesi sabahına kadar senden mektup almazsam sana bir daha yazmayacağım. Bir taş duvara daha fazla yazamam. Sessizliğe alışık olduğumu sanıyorsan yanılıyorsun. Buna kızmakla kalmıyor bir de benimle ilgili olarak güvenceden başka bir duygun olup olmadığını da merak ediyorum... Okuduğuma göre yaşamımızı gül bahçesine benzetiyorsun. Ancak öyle mi? Sana söylediğimden başka nedenlerle Japonya'ya gidemediğim hiç oldu mu? Hatırlamaya çalış. Bir keresinde sana yüce özelliklerin olduğunu söylemiştim, ancak biraz çocuksu ve bencil özelliklerin de var. Bunlar bir arada olmuyor. Şansını fazla zorlamamalısın. Poker tabiriyle blöf yapma. Sabır takdir edilir, kötülenmez. Sabrımı yitirmeye başlıyorum; bunu telafi edip etmemek sana kalmış. Nasıl yapacağını da söylemek zorunda değilim. Bu gecelik bu kadar.
Henry-San'ın
29 Nisan Pazartesi
Canım Hoki'm, bir gün bana bakacağını söylemen ne hoş. Umutsuz bir yatalak olmazsam bunu senden beklemeyeceğimi biliyorsun. Paradan bahsediyorum çünkü eskisi kadar kazanmıyorum ve alacaklarım çok yavaş geliyor. Her gün parayı nasıl kazanacağımı, bunun için kime yazacağımı vb. düşünmem gerekiyor. Deliriyorum. Para düşünmekten nefret ediyorum.
5 Mayıs '68-Pazar
Ara sıra hatırladığın bazı küçük, hoş şeyleri -duygusal da olsalar- bana yazmalı, anlatmalısın, bundan hoşlanırım. "Seni özlüyorum" ya da "Hep seni düşünüyorum"u görmek beni nasıl heyecanlandırıyor bilemezsin. Yitirecek hiçbir şeyin yok ama kazanacak çok şeyin var. Sana yakın olmak, karım olduğunu, birlikteliğimizin bir anlamı olduğunu hissetmek istiyorum. İlgisizlikten kurumama izin verme. İstediklerimi başka kadınlarla yapmama da izin verme. Biraz kıskanç ol. Daha mutlu olurum.
20 Mayıs 1968 Akşam
Her nedense sen gittiğinden beri kadınlar beni arayıp benimle buluşmaya çalışıyorlar. Uzakta oluşunun kokusunu almış gibiler ve beni de umursamıyorlar. Hepsi seninle mutlu olup olmadığımı soruyor. Benimle yalnız kendi rahatın için evlendiğin söylentisi dolaşıyor. Bazıları, senin burada ve Japonya'da gizli sevgililerin olduğundan kuşkulandıklarını söylüyorlar. Yanıtım, Sen beni sevsen de sevmesen de seni sevdiğim. (Fakat onlara karımın aşka ilişkin bir şey duymak istemediğini söylemedim.)
15 Ekim 1968 (01.00)
Jaguarını yalnız yakındaki mağazalara gitmekte kullanıyoruz artık. Çok fazla sızıntı var ve uzun yolculuklar tehlikeli. Puko onu senin yalnız kendi adına sigortalattığını söylüyor. En iyisi sen dönüp satana dek onu garajda tutmak.
24 Ekim 1968 Gece yarısı
Şimdi bile elimde kalem kendimi utangaç ve işe yaramaz hissediyorum. Seninle gerçekten hissettiğim gibi hiç konuşmadım sanırım. Yüreğimi dökmeye hazır olduğumda sen sinirli, huzursuz ya da utangaç oluyorsun. Avucumdan uçup gitmeye çalışan bir kuş gibisin. Kendimi yitik hissediyorum, dilimi yitiriyorum. Neden kaçmak istediğini anlamıyorum. Sevgilim... Sana yakın olmayı çok istiyorum, seni yalnız kollarımla değil yüreğimle kucaklamak ve yüreklerimizin tek bir yürek gibi atmasını istiyorum.
Perşembe gecesi
Hoki-San,
Bu akşam tam anlamıyla perişan hissediyorum. Seni aradım ancak yanıt yoktu. Bugün kartını aldım. Bana telefonda kart gönderdiğini söyleyişini hâlâ hatırlıyorum -sanki 24 kıratlık elmas gönderdin!
Evliliğimiz boyunca -ve öncesinde bile- beni nasıl mutsuz ettin. Sevgi, ilgi, anlayış... Kocan olarak saygı bile göstermedin. Kendi keyfince, sadakat bekleyerek ama göstermeyerek kendi tatlı yolunda gittin. Şımarık, hoşnutsuz, tamamıyla bencil, kendi evinde tutuklu gibi davranan bir çocuk.
Ocak 1969 Cuma 3.30
Yineliyorum -senden iğreniyorum. İnceldiği yerden kopsun. Seninle yaşamak için ilgim kalmadı. Sokaktan herhangi bir orospuyu alsam seninkinden daha iyi muamele görürüm. Bazen, söylediklerinin ve yaptıklarının ya da uykunda yürüyüp yürümediğinin farkında mısın diye merak ediyorum.
27 Ekim 1969
Ben senin "deden" değilim. Platonik bir aşk istemiyorum. Çiçek çocuklarıyla da hiç işim olmaz. Tek başıma arkadaşlık istemiyorum. Bizim gerçekten ne arkadaşlığımız vardı ki? Bana düşmanından kötü davrandın. Beni tüm dünyanın ve arkadaşlarının önünde küçük düşürdün. Beni! Senin sığınağını, sevilmediğini bildiği halde seninle evlenen beni. Gerçekten üstün bir kişi olsaydım senden hiçbir şey beklemezdim. Ama o kadar üstün değilim. İnsanım. Senden bir şeyler beklerim. Bunu bana veremiyorsan ayrılmamız gerekiyor. **
![]() |
Henry Miller, Hoki'ye gönderdiği ilk üç fotoğrafta üç yaşındaydı... |
HENRY MİLLER
1891'de New York'ta doğdu. Babası Alman terziydi, çocukluğu güç koşullar altında geçti. Liseden sonra bir süre New York City College'a devam etti. Değişik işlere girip çıktı, 1930'ta Paris'e gitti. İlk önemli yapıtı, Yengeç Dönencesi 1934'te yayımlandı. Miller'ın Paris'teki yoksulluk yıllarına ve duygusal deneyimlerine dayanan bu roman, alaycı ve gerçekçi anlatımının yanısıra, cinsel konuları da özgürce ele alışıyla dikkat çekti. 1939'da Yunanistan'a gitti. Kendisinin en yetkin yapıtı saydığı "Maroussi Heykeli" bu gezinin ürünüydü. 1940'ta ABD'ye döndü, 7 Haziran 1980'de ölümüne değin California'da yaşadı. Eserleri 1960'a kadar ABD ve İngiltere'de yasaklanan Miller, özellikle Beat kuşağı gençliği ve bu kuşağın yazarları üzerinde etkili oldu. Başlıca yapıtları arasında Oğlak Dönencesi, Merdivenin Dibindeki Gülümseyiş, Sexus, Plexus, Nexus, Resim Yapmak Yeniden Sevmektir ve Anais Nin'e Mektuplar yer alıyor. *
1891'de New York'ta doğdu. Babası Alman terziydi, çocukluğu güç koşullar altında geçti. Liseden sonra bir süre New York City College'a devam etti. Değişik işlere girip çıktı, 1930'ta Paris'e gitti. İlk önemli yapıtı, Yengeç Dönencesi 1934'te yayımlandı. Miller'ın Paris'teki yoksulluk yıllarına ve duygusal deneyimlerine dayanan bu roman, alaycı ve gerçekçi anlatımının yanısıra, cinsel konuları da özgürce ele alışıyla dikkat çekti. 1939'da Yunanistan'a gitti. Kendisinin en yetkin yapıtı saydığı "Maroussi Heykeli" bu gezinin ürünüydü. 1940'ta ABD'ye döndü, 7 Haziran 1980'de ölümüne değin California'da yaşadı. Eserleri 1960'a kadar ABD ve İngiltere'de yasaklanan Miller, özellikle Beat kuşağı gençliği ve bu kuşağın yazarları üzerinde etkili oldu. Başlıca yapıtları arasında Oğlak Dönencesi, Merdivenin Dibindeki Gülümseyiş, Sexus, Plexus, Nexus, Resim Yapmak Yeniden Sevmektir ve Anais Nin'e Mektuplar yer alıyor. *
cumhuriyet. dergi. 18 ŞUBAT 2001
14 Ağustos 2013 Çarşamba
Can Yücel şiirinin özelliği ŞAŞIRTICILIK/ metin cengiz
Can Yücel, şiiriyle bir damar açmış, kendinden sonraki şiiri etkilemiş bir şair. Bunda, kendinden önceki bir şiiri daha yetkinlikle, hicve ait olanı, şiirin yasalarıyla yeniden yaratmasının önemli payı olsa gerek. Başkaları, bu olguyu başka nedenselliklerle açıklayabilir. Ama, ben böyle düşünüyorum. Nitekim, küfür bile onda, iyi güzel olan açısından bir yargılama haline dönüşüyor. Özellikle Can Yücel'in hicivden yola çıkıp şiire ulaşan şiirlerinden bir örnek verirsek sorunu daha iyi somutlayabiliriz. "Gezintiler" adlı kitabından İSKİ Yolluğuna bir bakalım: "Para su gibi akıyor deriz a/ Meğer su, para gibi akıyormuş/ Bir kanalizasyon şebekesine" Bu şiiri, İSKİ skandalını bilenler gerçekle ilinti kurabilir, böylece daha iyi yorumlayabilirler. Ama, paranın kanalizasyon şebekesine su gibi akması, bu gerçeklikten özgürleşip başka anlamlar ediniyor. Kapitalizmin iç yüzü, bu denli vurucu başka türlü anlatılamaz herhalde. Kanalizasyon, İSKİ skandalından habersiz olanlar tarafından haksız kazanç kazananların, artık değeri cebe cukka edenlerin, kısaca, burjuvaların midesi olarak algılanabilir çünkü. Ve şiir böylece, hem çirkin, hem mizahi ögeleri güzel ve iyi olan açısından sonsuzca yargılıyor.
Yine aynı şiirden kalkarak, günlük olanın, çirkinden yola çıkarak tuhaf bir şekilde kalıcılaştığını da görüyoruz. Doğrusu, şiirde ağır basan, bu kalıcı yan oluyor. Bir şey geleceğe doğru akıyor, o günlük olanı yayıyor zamana. Şaşırtıcı olan da bu işte Can Yücel şiirinde. Sürekli taze kalan da. Yine aynı kitabın Gezi Notları bölümünden rasgele bir şiir alalım. Şiirin ilk dört dizesini. "Yaldızdan bir ruhun cesediyim/ Atina'dan bakıyor bana bir uskumru/ W.B. Yeats gelmiş de sanki/ Çözülmez harfler masasına" Daha ilk dize, şaşırtıcı olanı yakalıyor. Ama zorlanmıyor şair. Başka bir şairle düşsel olan bir işi gerçekleştirmek istiyorlar, alıntı yapmadığım, beşinci dizede dile getirileni, "Eski Bizans'ı diriltiyoruz". Yani Yeats ile eski Bizansa can verme işini gerçekleştiriyorlar. Burada aslolan şiirin kendisi. Şaşırtıcı olanda şair kentini, kozmik olanı ve çiçeği vb., yani hayatı yeniden yaratıyor. Ama, şaşırtıcılık devam ediyor. Şiir böylece sürekli bir yenilik kazanıyor. Her okuyuşta başka bir çağrışım. Tazelik. Zamana kalan şiirin yarattığı. Şiirsel olan, haz veren şiirsel nesne. Peki şaşırtıcı olanı sağlayansa şiirin imgeye dayanması. İmgede can bulması ve imgenin hayatla olan yaratıcı ilişkisi. Ancak... Evet, ancak, kimi şiirlerinde, çok üretmenin, hayatla içli dışlı olmanın getirdiği bir sorunsal var ki, bu da şairin umurunda değil gözüküyor.
Can Yücel şiirinin diğer özellikleri de politik olandan yola çıkıyor olması. Cinsellik, hayatı buradan algılamaya çalışması. Bu iki özellikle şairin şiir özellikleri tamamlanıyor. Ancak, her şiirde bu özelliklerin bazen biri, bazen bir veya ikisi görülür. Yani, Can Yücel şiirini bu özellikleriyle ele aldığımızda, bazı şiirleri için politik, bazıları için günlük, bazıları için hiciv şiirleri diyebiliriz. Ama, bence şairin şiirini ele aldığımızda, asıl belirleyici olan, imgeye dayanarak yazdığı ve bu özelliklerden birine sahip olan şiiridir. Ama, işte ister politik, ister cinsellik, ister hiciv ağır bassın... Şair yaşamdan, yaşanmıştan yola çıkıyor. Kendiyle barışık ve içten, samimi. Şairin Gezintiler adlı kitabından yapacağımız şu iki alıntı bu dediklerimiz için oldukça somutlayıcı. İlk önce 'Kadının Coğrafyası' adlı şiirinden, "....Sökemedim bitürlü tarihinizi/ Asıl asıl coğrafyanızı/ Hâlâ hâlâ meçhul bir kıta/ Kırk yıllık kadınımın bacakları arasından/ Avuçladığım o Atlanta" Şimdi de, 'Bir Yoldaşın Ölümü Üzerine' adlı kısa şiiri, "Patriyot Hayati ölmüş fötür şapkasıyla yatağında/ Her zamanki gibi harekete hazır/ Bir kadehMarx içtikten sonra". Şairin benzetmeleri, görüldüğü gibi şiiri her zaman taze tutabilecek denli güçlü. Kimi şiirlerse, değineceğimiz gibi çapaklı, fire verir.
Şairin 'Seke Seke' adlı, en son çıkan kitabına şiirinin özelliklerinden sonra, artık gelebiliriz. Kitap Kasım 1997'de yayımlanmış. Üç bölümden oluşan kitapta, "Seke Seke Ben Geldim" adlı birinci bölümde 101, "Papatyanın Patagonyası" adlı bölümde, biri eşi Güler Yücel'e ait olmak üzere 56 ve "Eklem" adlı üçüncü bölümde 33 olmak üzere toplam 200 şiir var.
Şair, bu şiirlerinde de şiirinin bütün özelliklerini devam ettirir. Yalnızca, bir şey daha eklemiştir şiirlerine: hikmet söylemek. Evet, şair, daha önceki şiirlerinde de gözüken, veciz söz niteliğini taşıyan şiirlerinehikmeti katıyor. Veciz sözle hikmeti birbirine kararak. Kitabın en sonundan iki örnek vermek istiyorum: "Ümmîlik" adlı şiiri şöyle, "Cümlemiz cümle değildir,/ Çoğumuz bir kelime bile etmez,/ Ümmîdirler kendileri,/ Bakmayın aydından saydıklarına!" Diğer şiir ise şöyle, "Ölmek toplu suçumuzdur topumuzun/ Cezası ölüm." (Suç ve Ceza) İlk şiirde eleştiri benzetmenin doruğunda gerçekleşiyor. İkincide ise insanî bir gerçek, bir toplu suç gibi niteleniyor. İlk şiirdeki ilk iki dize ise hikmet söylemenin, sezgiyle gerçeğe varmanın güzel örneği. Her iki alıntı da veciz söz ile hikmet arasında gidip gelmekte ayrıca. Bu dizelerde hikmetle varılan dizelerin zamanla veciz söz değeri kazanma özelliğini görüyoruz, ayrıca. Kısa şiirlerini özellikle bu tadla okuyabiliriz.
Can Yücel'in kimi şiirlerinin çapaklı olduğunu, çok üretmenin, hayatla içli dışlı olmanın sorunsalını taşıdığını yazmıştık ve şiirindeki bu çapağın, şiiri çok iyi bilen şairin pek umurunda olmadığını söyledik. Gerçekten de, kimi şiirler var ki, günlük bir eylemi övmek için, ya da bir sevdiğini, sevmediğini övgü-yergi için yazılmışlardır. Ancak, bu şiirimsilerdeki tat da unutulmamalı. Gününün tanığı olan bir şairin, bu tür şiirleri de olmalı, gelecekte geçmişi öğrenmek isteyenler için. Bu tür şiirlerin tadının da ustaca söylenmiş olmalarında, yazılanların kişilikleriyle kurduğumuz ilişkide aranmalı. Elbetteki şairin söyleyiş özelliğinin verdiği incelik, benzetme, imgesel haz da unutulmamalı.
Şairin artık alıştığımız kişiliğinden kaynaklanan, verdiği imajı ayyuka çıkartan, küfürün ağır basıyor gibi gözüktüğü, şiirlerini ise, yine aynı hazla okuyabiliriz. Çünkü küfür, başta da söylediğimiz gibi, eleştirilmesi gereken düzene, kişiye şairin okkalı bir eleştirisi sayılmak gerekir. Etik olan adına çirkinin yeniden göreve çağrılması şeklinde de anlaşılabilir bu şiirler. "Bir osuruk ağacıyım ben/ Yellendikçe şiirler açan" (Bereket adlı şiiri). Bu dizeleri de, örneğin. Ancak, kendinden sonraki şairleri toptan yadsıyan dizelerini ise... Yalnızca, bu tür eleştirilerin her dönemde yapıldığını anımsatarak kendisine geçelim. Bu kitabını okuduğumda aklıma ilk gelen ise şairin yaşlandıkça çiçek açtığıydı. Gerçekten yaşlanmıyor şair. Gençlerin arasına karışmış saçı sakalı dağınık bir badem ağacı o. Üzerine kar yağdırsa da arada bir, güneşin dallarından açtığı.
Üzerindeki karlar da hayatı şiirle yaratma, karşılama isteğinden bu badem ağacının. Her mevsim varolmak, çiçek açmak, her yerde yeşermek isteğinden. Bunu yapıp yapamayacağını ise pek düşünmüyor. Onun istediği başka. Çiçeklerini güneşe yaymak. Dallarıyla çocuklara gülümsemek. İnsan olan insanların içini ısıtmak..
Şairlerin, şiir severlerin, gerçek şiir okurlarının, Can babası o artık.
cumhuriyet kitap. 03 EYLÜL 1998
Yine aynı şiirden kalkarak, günlük olanın, çirkinden yola çıkarak tuhaf bir şekilde kalıcılaştığını da görüyoruz. Doğrusu, şiirde ağır basan, bu kalıcı yan oluyor. Bir şey geleceğe doğru akıyor, o günlük olanı yayıyor zamana. Şaşırtıcı olan da bu işte Can Yücel şiirinde. Sürekli taze kalan da. Yine aynı kitabın Gezi Notları bölümünden rasgele bir şiir alalım. Şiirin ilk dört dizesini. "Yaldızdan bir ruhun cesediyim/ Atina'dan bakıyor bana bir uskumru/ W.B. Yeats gelmiş de sanki/ Çözülmez harfler masasına" Daha ilk dize, şaşırtıcı olanı yakalıyor. Ama zorlanmıyor şair. Başka bir şairle düşsel olan bir işi gerçekleştirmek istiyorlar, alıntı yapmadığım, beşinci dizede dile getirileni, "Eski Bizans'ı diriltiyoruz". Yani Yeats ile eski Bizansa can verme işini gerçekleştiriyorlar. Burada aslolan şiirin kendisi. Şaşırtıcı olanda şair kentini, kozmik olanı ve çiçeği vb., yani hayatı yeniden yaratıyor. Ama, şaşırtıcılık devam ediyor. Şiir böylece sürekli bir yenilik kazanıyor. Her okuyuşta başka bir çağrışım. Tazelik. Zamana kalan şiirin yarattığı. Şiirsel olan, haz veren şiirsel nesne. Peki şaşırtıcı olanı sağlayansa şiirin imgeye dayanması. İmgede can bulması ve imgenin hayatla olan yaratıcı ilişkisi. Ancak... Evet, ancak, kimi şiirlerinde, çok üretmenin, hayatla içli dışlı olmanın getirdiği bir sorunsal var ki, bu da şairin umurunda değil gözüküyor.
Can Yücel şiirinin diğer özellikleri de politik olandan yola çıkıyor olması. Cinsellik, hayatı buradan algılamaya çalışması. Bu iki özellikle şairin şiir özellikleri tamamlanıyor. Ancak, her şiirde bu özelliklerin bazen biri, bazen bir veya ikisi görülür. Yani, Can Yücel şiirini bu özellikleriyle ele aldığımızda, bazı şiirleri için politik, bazıları için günlük, bazıları için hiciv şiirleri diyebiliriz. Ama, bence şairin şiirini ele aldığımızda, asıl belirleyici olan, imgeye dayanarak yazdığı ve bu özelliklerden birine sahip olan şiiridir. Ama, işte ister politik, ister cinsellik, ister hiciv ağır bassın... Şair yaşamdan, yaşanmıştan yola çıkıyor. Kendiyle barışık ve içten, samimi. Şairin Gezintiler adlı kitabından yapacağımız şu iki alıntı bu dediklerimiz için oldukça somutlayıcı. İlk önce 'Kadının Coğrafyası' adlı şiirinden, "....Sökemedim bitürlü tarihinizi/ Asıl asıl coğrafyanızı/ Hâlâ hâlâ meçhul bir kıta/ Kırk yıllık kadınımın bacakları arasından/ Avuçladığım o Atlanta" Şimdi de, 'Bir Yoldaşın Ölümü Üzerine' adlı kısa şiiri, "Patriyot Hayati ölmüş fötür şapkasıyla yatağında/ Her zamanki gibi harekete hazır/ Bir kadehMarx içtikten sonra". Şairin benzetmeleri, görüldüğü gibi şiiri her zaman taze tutabilecek denli güçlü. Kimi şiirlerse, değineceğimiz gibi çapaklı, fire verir.
Şairin 'Seke Seke' adlı, en son çıkan kitabına şiirinin özelliklerinden sonra, artık gelebiliriz. Kitap Kasım 1997'de yayımlanmış. Üç bölümden oluşan kitapta, "Seke Seke Ben Geldim" adlı birinci bölümde 101, "Papatyanın Patagonyası" adlı bölümde, biri eşi Güler Yücel'e ait olmak üzere 56 ve "Eklem" adlı üçüncü bölümde 33 olmak üzere toplam 200 şiir var.
Şair, bu şiirlerinde de şiirinin bütün özelliklerini devam ettirir. Yalnızca, bir şey daha eklemiştir şiirlerine: hikmet söylemek. Evet, şair, daha önceki şiirlerinde de gözüken, veciz söz niteliğini taşıyan şiirlerinehikmeti katıyor. Veciz sözle hikmeti birbirine kararak. Kitabın en sonundan iki örnek vermek istiyorum: "Ümmîlik" adlı şiiri şöyle, "Cümlemiz cümle değildir,/ Çoğumuz bir kelime bile etmez,/ Ümmîdirler kendileri,/ Bakmayın aydından saydıklarına!" Diğer şiir ise şöyle, "Ölmek toplu suçumuzdur topumuzun/ Cezası ölüm." (Suç ve Ceza) İlk şiirde eleştiri benzetmenin doruğunda gerçekleşiyor. İkincide ise insanî bir gerçek, bir toplu suç gibi niteleniyor. İlk şiirdeki ilk iki dize ise hikmet söylemenin, sezgiyle gerçeğe varmanın güzel örneği. Her iki alıntı da veciz söz ile hikmet arasında gidip gelmekte ayrıca. Bu dizelerde hikmetle varılan dizelerin zamanla veciz söz değeri kazanma özelliğini görüyoruz, ayrıca. Kısa şiirlerini özellikle bu tadla okuyabiliriz.
Can Yücel'in kimi şiirlerinin çapaklı olduğunu, çok üretmenin, hayatla içli dışlı olmanın sorunsalını taşıdığını yazmıştık ve şiirindeki bu çapağın, şiiri çok iyi bilen şairin pek umurunda olmadığını söyledik. Gerçekten de, kimi şiirler var ki, günlük bir eylemi övmek için, ya da bir sevdiğini, sevmediğini övgü-yergi için yazılmışlardır. Ancak, bu şiirimsilerdeki tat da unutulmamalı. Gününün tanığı olan bir şairin, bu tür şiirleri de olmalı, gelecekte geçmişi öğrenmek isteyenler için. Bu tür şiirlerin tadının da ustaca söylenmiş olmalarında, yazılanların kişilikleriyle kurduğumuz ilişkide aranmalı. Elbetteki şairin söyleyiş özelliğinin verdiği incelik, benzetme, imgesel haz da unutulmamalı.
Şairin artık alıştığımız kişiliğinden kaynaklanan, verdiği imajı ayyuka çıkartan, küfürün ağır basıyor gibi gözüktüğü, şiirlerini ise, yine aynı hazla okuyabiliriz. Çünkü küfür, başta da söylediğimiz gibi, eleştirilmesi gereken düzene, kişiye şairin okkalı bir eleştirisi sayılmak gerekir. Etik olan adına çirkinin yeniden göreve çağrılması şeklinde de anlaşılabilir bu şiirler. "Bir osuruk ağacıyım ben/ Yellendikçe şiirler açan" (Bereket adlı şiiri). Bu dizeleri de, örneğin. Ancak, kendinden sonraki şairleri toptan yadsıyan dizelerini ise... Yalnızca, bu tür eleştirilerin her dönemde yapıldığını anımsatarak kendisine geçelim. Bu kitabını okuduğumda aklıma ilk gelen ise şairin yaşlandıkça çiçek açtığıydı. Gerçekten yaşlanmıyor şair. Gençlerin arasına karışmış saçı sakalı dağınık bir badem ağacı o. Üzerine kar yağdırsa da arada bir, güneşin dallarından açtığı.
Üzerindeki karlar da hayatı şiirle yaratma, karşılama isteğinden bu badem ağacının. Her mevsim varolmak, çiçek açmak, her yerde yeşermek isteğinden. Bunu yapıp yapamayacağını ise pek düşünmüyor. Onun istediği başka. Çiçeklerini güneşe yaymak. Dallarıyla çocuklara gülümsemek. İnsan olan insanların içini ısıtmak..
Şairlerin, şiir severlerin, gerçek şiir okurlarının, Can babası o artık.
cumhuriyet kitap. 03 EYLÜL 1998
ŞİİR DİLİNDE BİR SİVRİ UÇ/ Enver TOPALOĞLU
Metin Eloğlu'ndan 'İbresiz Bir Pusula'
ŞİİR DİLİNDE BİR SİVRİ UÇ
Metin Eloğlu'nun 1951'den 1984'e kadar yayımlanan yapıtları, 2003 yılında 'Bu Yalnızlık Benim, Toplu Şiirler' adıyla bir araya getirilerek kitaplaştırıldı. Eleştirmen Mehmet H. Doğan, 'Bu Yalnızlık Benim'in yayımlanmasından sonra yazdığı tanıtma yazısında, Eloğlu'nun yirmi yıla yakın süre sonra yeniden okurla buluştuğunu belirterek bir hayli sevindiğini dile getiriyordu. Aradan dört yılı aşkın bir süre geçtikten sonra Metin Eloğlu'nun bir kitabı daha yayımlandı. Şairin toplu şiirlerini de yayımlayan Yapı Kredi Yayınları'ndan çıkan kitap, 'İbresiz Bir Pusula' adını taşıyor... Kitabın kapağındaki başlığın altında da şairin kitaplarına girmemiş şiirlerin bir araya getirildiği belirtiliyor. Arka kapaktaysa, kitabın daha çok dergilerde kalan şiirleri kapsadığı vurgulanıyor.
Enver TOPALOĞLU
Modern Türkçe şiir birikiminin köşe taşlarını oluşturan şairlerden kimilerinin kitap olarak yayımlanmış, elden ele dolaşan şiirlerinin gördüğü ilgi, yayıncıların iştahını kabartmayı sürdürüyor. Söz konusu şairlerin yaşadıkları dönemde kitaplarına almadıkları ya da kitaplaşamamış yapıtları dergilerden, yazıldıkları defterlerden, kâğıtlardan bulunup, sökülüp yayımlanıyor. Şairinin yaşarken kitaplaşması konusunda çekingen kaldığı, uğraşmadığı yapıtlarının yanı sıra yarım kalmış, bitirilmemiş şiirlerinin yayımlanması, tartışmalara neden oluyor. Bu tartışmalar, artık aramızda olmayan şairlerin, çekmecelerden ya da unutulmuş dergilerin sayfalarından kazınırcasına ele geçirilen yapıtlarının, daha çok piyasa ve pazarın beklentilerini karşılamak üzere yayımlandıkları sürece biteceğe benzemiyor... Günümüzün kültürel ortamı göz önüne alındığında, şairinin ölümünden sonra ortaya dökülen bu tür yayınların edebiyat tarihine, değişik şiirsel deneyimlere, birikime ilgi gösterenlerin dışında kimseyi de ilgilendirdiği yok... Onlarınsa zaten, aradıkları yapıtlara kaynağında ulaşmalarının önünde hiçbir engel bulunmuyor.Sonradan ortaya çıkan yapıtlar hiç yayımlanmasınlar denemez elbette. Ama başka türlü yayımlansa... Örneğin bir anmalık olarak; değişik biçim, değişik bir tasarımla... Şairin, öykücünün, romancının vd. yaşarken kitaplaşmış yapıtlarının yanında yer aldığında farklılığı açıkça görülecek biçimde... İtici gelen bir başka uygulama da kitapların üstüne yazılan 'hiç yayımlanmayan' ibaresi. Bu ifade saygısızlık ölçüsüne varacak kadar ürpertici o ölçüde de itici. Ayrıca her şeyden çok bir sanat yapıtı için olmayacak biçimde pazarı ve pazarlamayı hedeflediğini açık eden üslubuyla da dikkat çekici. Bu bile yeteri kadar iticilik içeriyor zaten. Oysa gün ışığına çıkmamış yapıtları derlenip toplanarak yayımlanan şairi, zamanın okuruna keşfettirecek, sevenlerine bir armağan olarak sunulabilecek yaklaşım da gözetilerek hazırlanabilir böylesi yayınlar. Bunlar ilk elde düşünebilecek olanlar. Daha fazlasınıysa, yaratıcılıklarını yayıncılık endüstrisinin hizmetine sunanlar bulup tasarlayabilirler sanırım.
ELOĞLU VE ŞİİRİ
Metin Eloğlu'nun ilk şiiri 1943'te İzmir'de yayımlanan Kovan dergisinde çıkar; ilk kitabı 'Düdüklü Tencere' ise 1951'de yayımlanır. Dilinin sürprizleri kadar yaşamöyküsünde de önemli duraklar bulunan Metin Eloğlu, şiire başladığı kırklı yılların ortasında siyasi suçlu olarak iki ay tutuklanan, bu nedenle Güzel Sanatlar Fakültesi'ndeki resim öğrenimi yarım kalan bir şair. Tutukluluğu sona erdikten sonra askere alınmış, ancak birçok kez kaçmış ve askerlik süresini beş yılda tamamlamıştır. Eloğlu bu yanıyla da bir bakıma 'vicdani ret hakkı'nı kullanan ilk ve tek cumhuriyet dönemi şairi olarak nitelenebilir.Eloğlu, Garip şiirinin ortama iyice yerleştiği dönemde şiire başlamış, İkinci Yeni olarak tanımlanan modern şiirin ellili yıllarda başlayan dalgasının ortasında kalmıştır. Bir yandan Garipçilerin şiirde getirdikleri espri anlayışını kendi mizacına uygun biçimde işlerken, bir yandan da İkinci Yeni şiirinin öznel, özgeci, imgeci, yenilikçi modernist poetikasını izlemiştir... Ancak her iki şiir kutbuyla da alışverişi bundan öteye götürdüğü söylenemez. İki farklı çizgide yükselen şiir dalgasına karşı bilinçli olarak uzak durmuştur. Eloğlu'nun Garip'le arasına koyduğu mesafeyi anlatmak için, örneğin 'küçük adam' kavramının onun şiirindeki yerine dikkat çeken Turgut Uyar'ın sözlerine kulak verebiliriz. Uyar'ın saptamasıyla Metin Eloğlu'nda, "Küçük adam soyut, düşünülmüş, (isterseniz kurgulanmış diye okuyun, ET ) tek tip ve anonim değildir". İkinci Yeni diye tanımlanan şiirin de içinde olduğu kadar dışında kalmış az sayıda şairden biridir. Ahmet Oktay, Can Yücel isimleri anımsanabilir. Bir parantez açarak belirtelim: Oktay'ın İkinci Yeni'den uzak duruşunun nedeni, başka bir şiir anlayışını sürdürmeye niyetli Mavi grubunda yer almasındandır. Eloğlu tek başınadır, denebilir ki kararlılıkla, bir yerlere yaslanmadan ayakta kalma uğraşını benimsemiştir. Korkusuz yalnızlardandır ve ancak o sayede dilini öznelleştirebilme cesaretini göstermiştir. Değil mi ki öznel bir dil şiirde bile cesaret işidir.Akranı ve ahbabı da olan başka ünlü birçok şair, o dönemde İkinci Yeni şiirinin her anlamda yüksek dalgalarının üstünde yer almaktadır. Metin Eloğlu, Garip sürecine olduğu kadar İkinci Yeni dalgasına karşı da belli bir mesafede durmayı yeğlerken, önceliği her dönemde gelişerek 'kendisi, kendi sesi' olmanın, ayrıksı kalabilmenin imkânlarını araştırmıştır. Şair Eloğlu'nun önemli bir özelliği, konuşma diliyle olan ilişkisidir. Denebilir ki dilin kendisi başlı başına bir malzemedir onun için. Ama dilin günlük ortamdaki konuşulma haliyle daha çok uğraşır. Türkçenin İstanbul ağzı, bütün girdi çıktısıyla şiirinde sergilenirken kişisel kullanımına bağlı olarak dili eğip bükmeyi, şiirin gereği olarak görmüştür. Bireysel ve sosyal sorunların ifadesi için ilk şiirinden son şiirlerine kadar, dilde açmadık kapı bırakmamıştır. Şiirinde izlek edindiği günlük sorunlar güncelliklerini aşarak tipikleşir.Hanidir şiiri, yaratıcı öznesi hiç yokmuş gibi okuma alışkanlığı oluştu. Bir zamanlar da tam tersi söz konusuydu. Şiirin, şairinin kim olduğuna bakarak okunması kadar şairi hiç olmamış gibi okunması da doğru değil elbet. Her iki tutumun da okurun şiirle iletişimine katkı sağlamak yerine engeller oluşturduğu açık.Metin Eloğlu şiiri, yaratıcı öznesinin izlerinden kopartılarak okunamayacak yapıtlardan. Her şiirde şairin, yaratıcı özne olarak sesi, düşüncesi, duyarlılığı yansır. Kısaca canlı bir şiirdir Eloğlu'nun şiiri. Bu canlılığı sağlayan önemli unsurlardan biri de 'izlediğinden' çok 'içinden geldiğinden' söz açmış olmasıdır. Şiiri çevrenin değil, çevreyi şiirin tamamlayıcı öğesine dönüştürür. Eloğlu'nun şiiriyle ilgili kaydedilmesi gereken bir başka nitelik de asla şiirinin önüne geçen şairlerden olmamasıdır. Yaşadığı dönemin şairleri başta olmak üzere çevresinde yer alan isimlere ithaf edilen şiirlerini topladığı 'Yumuşak G', abecenin bütün harflerini içerir. A harfinde yer alan ilk şiir Edip Cansever'edir. Alıntıların şiire ettiği haksızlıktan kaçınmak için en iyisi şiirin tamamını okumak:
A
Edip Cansever'eŞu yabanıl hergeleler var ya;¯ hergele, yabanıl at anlamındadır zaten ¯Diyeceğim, dündüyse bir güzelim taya bindim;Ne koşum, ne gem, dizgin, yular, üzengi, eyer de ne?Hergele koşuntusunun kıtlığına kıran mı girdi; afallamaktır işim.At nemize? diyeceksiniz;At-mat değil ki söz konusu ettiğim, çağ şimdilerinde;Insanoğlu basbayağ. Yumuşak G'yi ¯ uyakça ola ¯ ilk Dıranas değerlendirmişti; O çoğumuzun pek sevdiği yapayalnız şiirinde.Metin Eloğlu şiirleri 'salt okur'dan ilgi görmüş, beğenilmiş, sevilmiş ve okunmuştur, ama daha çok ilgiyi eleştirmenler, incelemeciler göstermişlerdir. Aslında bir olağandışılık yok bunda. Çünkü Eloğlu şiiri, şiirsel düzlemde özellikle dilin bozulup yeniden kurulması ve kurgulanması bağlamında önemli bir kaynak oluşturur. Ece Ayhan'ın negatif ya da asimetrik, tersine çevirici tutumu kadar olmasa da Metin Eloğlu da verili dili yıkıp, bozup yeniden kurmasıyla dikkat çeker. Arasında kimi benzerlikler bulunan şairlerden Can Yücel'in Türkçenin sahasını geniş tutarak, zaman zaman Osmanlıcanın kimi sözcüklerinin kültürel kodlarına yaslanan şiir diline karşın Metin Eloğlu, İstanbul Türkçesiyle varsıllaştırır şiirini. Eloğlu'nun şiirinde verili dil, bir sök yap, bir yapboz işlemi nedeniyle son derece dinamiktir. Dil sürekli yıkılır ve yeniden kurulur. Her defasında yeniden kurulan dil, yeni bir dildir. Eloğlu'nun şiir mirası onun serüveninin başından sonuna kadar dile yönelik bir uğraşla dolu olduğunu sergiler. Metin Eloğlu'nun dikkat çeken bir başka yönü de toplumsal duyarlılığı ve şiirini yükselten espriye, ironiye bağlı mizacıyla aynı özellikleri taşıyan şairler içinde önemli bir yer tutmasıdır...Aşağıdaki dörtlük 1971'de yayımlanan 'Dizin' adlı yapıtından: "Kimi kaskatı güller elbette yalan Kimi düş gülleri elbette gerçektirKimi kar tanecikleri hemeninden buğuKimi kar taneleri eridikçe kirlenir"Bir an geri dönse hiç geri dönmemiş bir şair olarak, sanırım yine hiç çekinmeden, "Nerde kaldınız" diyerek cebindeki son sözcüğü fırlatırdı âlemin yüzüne. Sonra geldiği rüzgârla basıp giderdi içinden odların, odunların, Ayşemayşe'lerin... İbresiz Bir Pusula/ Metin Eloğlu/ Yapı Kredi Yay./ 104 s.
cumhuriyet kitap. 28.02.2008
ŞİİR DİLİNDE BİR SİVRİ UÇ
Metin Eloğlu'nun 1951'den 1984'e kadar yayımlanan yapıtları, 2003 yılında 'Bu Yalnızlık Benim, Toplu Şiirler' adıyla bir araya getirilerek kitaplaştırıldı. Eleştirmen Mehmet H. Doğan, 'Bu Yalnızlık Benim'in yayımlanmasından sonra yazdığı tanıtma yazısında, Eloğlu'nun yirmi yıla yakın süre sonra yeniden okurla buluştuğunu belirterek bir hayli sevindiğini dile getiriyordu. Aradan dört yılı aşkın bir süre geçtikten sonra Metin Eloğlu'nun bir kitabı daha yayımlandı. Şairin toplu şiirlerini de yayımlayan Yapı Kredi Yayınları'ndan çıkan kitap, 'İbresiz Bir Pusula' adını taşıyor... Kitabın kapağındaki başlığın altında da şairin kitaplarına girmemiş şiirlerin bir araya getirildiği belirtiliyor. Arka kapaktaysa, kitabın daha çok dergilerde kalan şiirleri kapsadığı vurgulanıyor.
Enver TOPALOĞLU
Modern Türkçe şiir birikiminin köşe taşlarını oluşturan şairlerden kimilerinin kitap olarak yayımlanmış, elden ele dolaşan şiirlerinin gördüğü ilgi, yayıncıların iştahını kabartmayı sürdürüyor. Söz konusu şairlerin yaşadıkları dönemde kitaplarına almadıkları ya da kitaplaşamamış yapıtları dergilerden, yazıldıkları defterlerden, kâğıtlardan bulunup, sökülüp yayımlanıyor. Şairinin yaşarken kitaplaşması konusunda çekingen kaldığı, uğraşmadığı yapıtlarının yanı sıra yarım kalmış, bitirilmemiş şiirlerinin yayımlanması, tartışmalara neden oluyor. Bu tartışmalar, artık aramızda olmayan şairlerin, çekmecelerden ya da unutulmuş dergilerin sayfalarından kazınırcasına ele geçirilen yapıtlarının, daha çok piyasa ve pazarın beklentilerini karşılamak üzere yayımlandıkları sürece biteceğe benzemiyor... Günümüzün kültürel ortamı göz önüne alındığında, şairinin ölümünden sonra ortaya dökülen bu tür yayınların edebiyat tarihine, değişik şiirsel deneyimlere, birikime ilgi gösterenlerin dışında kimseyi de ilgilendirdiği yok... Onlarınsa zaten, aradıkları yapıtlara kaynağında ulaşmalarının önünde hiçbir engel bulunmuyor.Sonradan ortaya çıkan yapıtlar hiç yayımlanmasınlar denemez elbette. Ama başka türlü yayımlansa... Örneğin bir anmalık olarak; değişik biçim, değişik bir tasarımla... Şairin, öykücünün, romancının vd. yaşarken kitaplaşmış yapıtlarının yanında yer aldığında farklılığı açıkça görülecek biçimde... İtici gelen bir başka uygulama da kitapların üstüne yazılan 'hiç yayımlanmayan' ibaresi. Bu ifade saygısızlık ölçüsüne varacak kadar ürpertici o ölçüde de itici. Ayrıca her şeyden çok bir sanat yapıtı için olmayacak biçimde pazarı ve pazarlamayı hedeflediğini açık eden üslubuyla da dikkat çekici. Bu bile yeteri kadar iticilik içeriyor zaten. Oysa gün ışığına çıkmamış yapıtları derlenip toplanarak yayımlanan şairi, zamanın okuruna keşfettirecek, sevenlerine bir armağan olarak sunulabilecek yaklaşım da gözetilerek hazırlanabilir böylesi yayınlar. Bunlar ilk elde düşünebilecek olanlar. Daha fazlasınıysa, yaratıcılıklarını yayıncılık endüstrisinin hizmetine sunanlar bulup tasarlayabilirler sanırım.
ELOĞLU VE ŞİİRİ
Metin Eloğlu'nun ilk şiiri 1943'te İzmir'de yayımlanan Kovan dergisinde çıkar; ilk kitabı 'Düdüklü Tencere' ise 1951'de yayımlanır. Dilinin sürprizleri kadar yaşamöyküsünde de önemli duraklar bulunan Metin Eloğlu, şiire başladığı kırklı yılların ortasında siyasi suçlu olarak iki ay tutuklanan, bu nedenle Güzel Sanatlar Fakültesi'ndeki resim öğrenimi yarım kalan bir şair. Tutukluluğu sona erdikten sonra askere alınmış, ancak birçok kez kaçmış ve askerlik süresini beş yılda tamamlamıştır. Eloğlu bu yanıyla da bir bakıma 'vicdani ret hakkı'nı kullanan ilk ve tek cumhuriyet dönemi şairi olarak nitelenebilir.Eloğlu, Garip şiirinin ortama iyice yerleştiği dönemde şiire başlamış, İkinci Yeni olarak tanımlanan modern şiirin ellili yıllarda başlayan dalgasının ortasında kalmıştır. Bir yandan Garipçilerin şiirde getirdikleri espri anlayışını kendi mizacına uygun biçimde işlerken, bir yandan da İkinci Yeni şiirinin öznel, özgeci, imgeci, yenilikçi modernist poetikasını izlemiştir... Ancak her iki şiir kutbuyla da alışverişi bundan öteye götürdüğü söylenemez. İki farklı çizgide yükselen şiir dalgasına karşı bilinçli olarak uzak durmuştur. Eloğlu'nun Garip'le arasına koyduğu mesafeyi anlatmak için, örneğin 'küçük adam' kavramının onun şiirindeki yerine dikkat çeken Turgut Uyar'ın sözlerine kulak verebiliriz. Uyar'ın saptamasıyla Metin Eloğlu'nda, "Küçük adam soyut, düşünülmüş, (isterseniz kurgulanmış diye okuyun, ET ) tek tip ve anonim değildir". İkinci Yeni diye tanımlanan şiirin de içinde olduğu kadar dışında kalmış az sayıda şairden biridir. Ahmet Oktay, Can Yücel isimleri anımsanabilir. Bir parantez açarak belirtelim: Oktay'ın İkinci Yeni'den uzak duruşunun nedeni, başka bir şiir anlayışını sürdürmeye niyetli Mavi grubunda yer almasındandır. Eloğlu tek başınadır, denebilir ki kararlılıkla, bir yerlere yaslanmadan ayakta kalma uğraşını benimsemiştir. Korkusuz yalnızlardandır ve ancak o sayede dilini öznelleştirebilme cesaretini göstermiştir. Değil mi ki öznel bir dil şiirde bile cesaret işidir.Akranı ve ahbabı da olan başka ünlü birçok şair, o dönemde İkinci Yeni şiirinin her anlamda yüksek dalgalarının üstünde yer almaktadır. Metin Eloğlu, Garip sürecine olduğu kadar İkinci Yeni dalgasına karşı da belli bir mesafede durmayı yeğlerken, önceliği her dönemde gelişerek 'kendisi, kendi sesi' olmanın, ayrıksı kalabilmenin imkânlarını araştırmıştır. Şair Eloğlu'nun önemli bir özelliği, konuşma diliyle olan ilişkisidir. Denebilir ki dilin kendisi başlı başına bir malzemedir onun için. Ama dilin günlük ortamdaki konuşulma haliyle daha çok uğraşır. Türkçenin İstanbul ağzı, bütün girdi çıktısıyla şiirinde sergilenirken kişisel kullanımına bağlı olarak dili eğip bükmeyi, şiirin gereği olarak görmüştür. Bireysel ve sosyal sorunların ifadesi için ilk şiirinden son şiirlerine kadar, dilde açmadık kapı bırakmamıştır. Şiirinde izlek edindiği günlük sorunlar güncelliklerini aşarak tipikleşir.Hanidir şiiri, yaratıcı öznesi hiç yokmuş gibi okuma alışkanlığı oluştu. Bir zamanlar da tam tersi söz konusuydu. Şiirin, şairinin kim olduğuna bakarak okunması kadar şairi hiç olmamış gibi okunması da doğru değil elbet. Her iki tutumun da okurun şiirle iletişimine katkı sağlamak yerine engeller oluşturduğu açık.Metin Eloğlu şiiri, yaratıcı öznesinin izlerinden kopartılarak okunamayacak yapıtlardan. Her şiirde şairin, yaratıcı özne olarak sesi, düşüncesi, duyarlılığı yansır. Kısaca canlı bir şiirdir Eloğlu'nun şiiri. Bu canlılığı sağlayan önemli unsurlardan biri de 'izlediğinden' çok 'içinden geldiğinden' söz açmış olmasıdır. Şiiri çevrenin değil, çevreyi şiirin tamamlayıcı öğesine dönüştürür. Eloğlu'nun şiiriyle ilgili kaydedilmesi gereken bir başka nitelik de asla şiirinin önüne geçen şairlerden olmamasıdır. Yaşadığı dönemin şairleri başta olmak üzere çevresinde yer alan isimlere ithaf edilen şiirlerini topladığı 'Yumuşak G', abecenin bütün harflerini içerir. A harfinde yer alan ilk şiir Edip Cansever'edir. Alıntıların şiire ettiği haksızlıktan kaçınmak için en iyisi şiirin tamamını okumak:
A
Edip Cansever'eŞu yabanıl hergeleler var ya;¯ hergele, yabanıl at anlamındadır zaten ¯Diyeceğim, dündüyse bir güzelim taya bindim;Ne koşum, ne gem, dizgin, yular, üzengi, eyer de ne?Hergele koşuntusunun kıtlığına kıran mı girdi; afallamaktır işim.At nemize? diyeceksiniz;At-mat değil ki söz konusu ettiğim, çağ şimdilerinde;Insanoğlu basbayağ. Yumuşak G'yi ¯ uyakça ola ¯ ilk Dıranas değerlendirmişti; O çoğumuzun pek sevdiği yapayalnız şiirinde.Metin Eloğlu şiirleri 'salt okur'dan ilgi görmüş, beğenilmiş, sevilmiş ve okunmuştur, ama daha çok ilgiyi eleştirmenler, incelemeciler göstermişlerdir. Aslında bir olağandışılık yok bunda. Çünkü Eloğlu şiiri, şiirsel düzlemde özellikle dilin bozulup yeniden kurulması ve kurgulanması bağlamında önemli bir kaynak oluşturur. Ece Ayhan'ın negatif ya da asimetrik, tersine çevirici tutumu kadar olmasa da Metin Eloğlu da verili dili yıkıp, bozup yeniden kurmasıyla dikkat çeker. Arasında kimi benzerlikler bulunan şairlerden Can Yücel'in Türkçenin sahasını geniş tutarak, zaman zaman Osmanlıcanın kimi sözcüklerinin kültürel kodlarına yaslanan şiir diline karşın Metin Eloğlu, İstanbul Türkçesiyle varsıllaştırır şiirini. Eloğlu'nun şiirinde verili dil, bir sök yap, bir yapboz işlemi nedeniyle son derece dinamiktir. Dil sürekli yıkılır ve yeniden kurulur. Her defasında yeniden kurulan dil, yeni bir dildir. Eloğlu'nun şiir mirası onun serüveninin başından sonuna kadar dile yönelik bir uğraşla dolu olduğunu sergiler. Metin Eloğlu'nun dikkat çeken bir başka yönü de toplumsal duyarlılığı ve şiirini yükselten espriye, ironiye bağlı mizacıyla aynı özellikleri taşıyan şairler içinde önemli bir yer tutmasıdır...Aşağıdaki dörtlük 1971'de yayımlanan 'Dizin' adlı yapıtından: "Kimi kaskatı güller elbette yalan Kimi düş gülleri elbette gerçektirKimi kar tanecikleri hemeninden buğuKimi kar taneleri eridikçe kirlenir"Bir an geri dönse hiç geri dönmemiş bir şair olarak, sanırım yine hiç çekinmeden, "Nerde kaldınız" diyerek cebindeki son sözcüğü fırlatırdı âlemin yüzüne. Sonra geldiği rüzgârla basıp giderdi içinden odların, odunların, Ayşemayşe'lerin... İbresiz Bir Pusula/ Metin Eloğlu/ Yapı Kredi Yay./ 104 s.
cumhuriyet kitap. 28.02.2008
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)