"ben ancak dans etmeyi bilen bir tanrıya inanırdım." f. nietzche
gününüz sevinçli geçsin...

28 Nisan 2015 Salı

Tarihsel bir bağımsızlık bildirisi/ ahmet say

Değerli okurlarım, hep güncel olaylar üzerine yazmaktansa, kalıcı nitelik taşıyan başka konulara da girmeyi yerinde buluyorum. Şimdi bu tür bir yazımı okuyacaksınız.
Çağımızın derinlikli bir hümanisti olan Albert Schweizer, Mozart’ı şöyle tanımlar:
“Bütün dâhîler göklere uzanır; Mozart ise gökten inmiştir.”
Bizim böyle lâflara karnımız tok! Kimi parti liderlerimiz de gökten indi, n’olmuş?
Şu olmuş: Fransız Devrimi’nden 33 yıl önce doğan ve devrimden iki yıl sonra ölen Mozart, 18. yüzyıl Aydınlanması’nın Avrupa’yı saran toplumsal/siyasal havasını solumuştu hep. Fransız Aydınlanması’nın ürettiği eserleri okumuş olsun olmasın, Devrim’e giden yolun rüzgârını sevinerek karşılamış, ayrıca “Alman Aydınlanması”nın düşünürü Kant’ın “Aydınlanma Nedir?” başlıklı makalesinin etkisinde kalmıştır. Bütün bunlar, Mozart’ın müziğine Aydınlanma’nın nasıl yansıdığını dolaylı biçimde anlatır. Dolaysız açıklama içinse Mozart’ın düşünceleri yolunda göze aldığı eylemlere bakmak gerekir. İzninizle bunu anlatacağım:
1781 Yılında Mozart, yıllardır hizmetinde müzikçi olarak çalıştığı Salzburg Başpiskoposu Colloredo ile çatışmış, ona “Pis papaz!” diyerek saraydan ayrılmıştır. Böylece Mozart, Avrupa kültür tarihinde ilk olarak soyluların egemenliğini hiçe sayarak bağımsızlığını ilân eden müzikçi olmuştur. Olayın bu yönü önemlidir. Çünkü 18. yüzyılda feodal efendilerin gözünde müzikçi, bir “saray hizmetlisi”ydi. Finkelstein’ın nitelemesine göre, “Mozart’ın Salzburg Başpiskoposu’nun hizmetinden çekilmesi, tarihsel bir “sanatta bağımsızlık bildirisi”dir.” Bu olay, iki kültür dünyasının çatışmasında, bir sanatçının feodal aristokrasiye ilk kez kıçını dönmesini örnekler.
Mozart’ın yaratıcılık alanındaki üstün nitelikleri, aslında bu tutumdan kaynaklanır ve tarihte ender görülen cinstendir: En başta, müzik sanatında onun “klasik” kavramını bütün yönleriyle temsil etmesi yeter de artar bile!
Nedir “klasik?” Bu derinlikli kavram, sanat eserlerinde örnek olabilecek evrensel mükemmelliği, tarihteki akımların bireşimini, üslûp ve biçim özdeşliğini, orantıyı, dengeyi, saltlığı, aydınlık bir anlatımı içerir.
Mozart’ın müziğinde Alman ulusal stili ağırlıkta değildir. O, dönemin Alman, İtalyan ve Fransız stillerinden yararlanarak “uluslararası bireşim”e ulaşmıştır. Çağımızın ünlü müzikbilimcisi Curt Sachs, Mozart’ın yaratıcılığını şöyle tanımlar:
“Anlam, doğallık ve nitelik uğruna biçim güzelliği bir yana itilmediği gibi, doğaya yakınlık ve içerik de boş bir göz boyamacılık ya da seçkinlik uğruna harcanmamıştır. Güzellikle niteliği, hüzün ile gülmeceyi, sahneyle müziği, çalgılarla insan seslerini, ezgiyle çokseslilik tekniklerini birleştirmiş olan Mozart, müzik tarihinin mutlu çağında deyiş terazisinin kefelerini dengede tutmak için yaratılmıştır sanki…”
diğer yazıları için de:
http://www.evrensel.net/yazi/73917/tarihsel-bir-bagimsizlik-bildirisi

25 Nisan 2015 Cumartesi

utanç ve onur/ aydın çubukçu

utanç ve onur, 1915-2015 ermeni soykırımı'nın 100. yılı, evrensel basın yayın, s. 17-18, büyük boy, 391 sayfa (kitaba adını veren yazı).


23-24 Nisan acıları/ izzettin önder

23 Nisan gününü, yılda bir gün “Çocuk Bayramı” olarak kutluyoruz. Genellikle öyle bilinir ki, bir bayram ya da bir şenlik mutlu bir olayın ya da bir başarının veya bir görevi ifa etmiş olmanın sonucunda yapılır. Ödev yapılır, sonuç dostlarla kutlanır; sınıf geçilir, aile çevresi ya da arkadaşlarla kutlanır; verilen görev yerine getirilir, sonuç kutlanır vs... Her 23 Nisan günü ulu siyasilerimiz neyi kutluyorlar? Oto tamirhanelerde ustanın azarlamasına ve istismarına maruz kalan çocukların mutluluğunu mu; yoksa, çeşitli okul giriş sınavlarının sık değiştirilerek yaratılan kafa karışıklığını mı; veya çocukların kışın kar ve tipi altında ayaklarında basit lastik ayakkabılarıyla kilometrelerce yol teperek okula gitmelerini mi; veya çocuk yaşta türbanlı beyinleriyle evlendirilmelerini mi kutluyorlar! 23 Nisan günü siyasilerin yanında medyada boy gösteren çocukların hangi çevreden nasıl seçildikleri de diğer çocukların kafalarını karıştıran temel sorulardan biri değil midir! Saçının bir teline kadar gözükmeyecek şekilde kafaların çocuk yaşta sıkıldığı bir siyasi rejimi inşa yolunda hızla ilerleyen siyasal yapı nedense kendi ürünü çocukları ikinci sınıf çocuk görerek geri planda tutuluyor. Siyasal erk, böylece çocukların iktidarın dincilik propaganda ve baskısını perdeleme aracı olarak kullanılmış olmalarında bir beis görmemektedir. Açık ve dürüst olalım, ya çocuklarımızı aydın insan adayları olarak yetiştirelim ya da çocuk yaşta beyinlerini baskıladığımız çocuklarımıza da bu bayramda siyasilerin yanında medyanın önüne çıkartalım. Çıkaralım da, dünya alem ve halkımız, çocuk bayramının ne anlama geldiğini, çocukları nereye taşıdığımızın bayramı olduğunu görsün! Görülüyor ki, “Çocuk Bayramı” tantanası arkasında, nereden baksak tam bir psikolojik travma yaşanmaktadır.

Mesele salt bizim çocuklarla da sınırlı olmayıp, bu tantanaya yabancı ülke çocukları da usulsüzce alet ediliyor. Öyle gözüküyor ki, genellikle akraba komşularımızın rağbet ettiği, ya da belki de siyasi yoldan zorlandığı, bu garip anma birlikteliğinin o ülkelerin çocuklarında da bir travma yarattığını düşünmek yanlış olmasa gerek.

***

24 Nisan günü gerçekten özel bir gündür; uluslararası düzeyde çok önemli olayların cereyan ettiği bir gündür. Bu yıl ise bu olayların üzerinden bir yüz yılın geçtiği yıldır. Devletlerin görevleri salt ilgili devletlere karşı olmayıp, vatandaşlarına da yöneliktir. Bir ülkenin vatandaşlarının gerek kendi vicdanında, gerekse uluslararası düzlemde yaşadığı rahatsızlığın dayanağı çoğu durumda devletsel ilişkilerden kaynaklanır. Kaldı ki, bu tür ilişkilerin çevreye yaydığı iltisak farklı devletlerin vatandaşları arasındaki ilişkileri de sarar ve sarsar. Ermeni meselesi, adı ne olursa olsun, “arşivleri açalım” yaygarası ile geçiştirilemez. Bu yaygara yerine, başka devletler ne yaparsa yapsın, onları bir tarafa bırakıp biz bir resmi kurul kurup, tüm arşivleri bu kurulun hizmetlerine sunup, sonuçlarını bir uluslararası kolokyumla tüm dünyaya yaymalıyız. Devlerin yapması gereken budur. Yoksa, haklı ya da haksız iddialar karşısında, kayıkçı dövüşü misali, “Hadi arşivleri açalım” davetini ağızlarda pelesenk yapmak kimseye yarar sağlamadan, hem uluslararası arena sorunlara yol açar, hem de kim haksızsa ona zaman içinde siyasi avantaj sağlar.
www.evrensel.net

24 Nisan 2015 Cuma

Evrensel Kültür 'Yüz yıllık ayrılık'a bakıyor

Evrensel Kültür, Ermeni Soykırımı’nın 100. yılında özel sayı ile geliyor. Derginin nisan sayısında tüm sayfalar bu konuya ayrıldı.

Evrensel Kültür, Ermeni Soykırımı’nın 100. yılında özel bir sayı ile Ermenilerin bu topraklarda bıraktığı izlerin ve yokluklarının yarattığı trajedilerin izini sürüyor. Dergi, sosyalist hareketin “görmezden gelme” tutumunu da eleştirerek, yeniden tartışmaya ve öz eleştiriye çağırıyor. 
Evrensel Kültür, Ermeni Soykırımı’nın 100. yılında özel sayı ile geliyor. Derginin nisan sayısında tüm sayfalar bu konuya ayrılarak, 100 yıllık yalnızlığın izi sürülüyor, 1915’ten bu yana yoksun bırakıldıklarımızın peşine düşüyor. 100 yıllık acının ve utancın yüzüne, tarih, kültür ve sanat aynasından bakıyor. Ermeni’siz Türk’ün neler kaybettiğini anlayabilmek için, yalnızca vicdanın ve aklın değil, tarihin, dilin, sanatın, zanaatların, edebiyatın, kısacası insanı insan yapan her zenginliğin de kapısından geçmeye çabalıyor. 
SOLUN PAYINA DÜŞEN
Evrensel Kültür, dosyasındaki çarpıcı yazılarla yeni bir tartışmanın ve öz eleştirinin kapısını aralıyor. 
Dosya sunu yazısında; “Türkiye solu, kendisini ‘Türk solu’ olarak kavradığı bütün geçmişi boyunca kendi önünü tıkayan engelleri kendi eliyle yaratmış, bu yüzden de egemen ideoloji ile arasında oluşturması gereken kalın çizgiyi acemice ve titrek bir elle çizmiştir. 
Bizim, burada, kendi payımıza da önemli bir özür dileme düştüğünü görmemiz gerekiyor” diyen Evrensel Kültür, özür dilemesi gerekenlerin yalnızca bu ülkenin egemen sınıfları ve katliamcı politikacıları olmadığını vurguluyor. Dosyada Yüksel Akkaya, Ayşe Hür ve Kadir Akın’ın kapsamlı yazıları da işçi hareketi ve sosyalist hareketin tarihinde Ermenilerin nasıl bir yer tuttuğunu ayrıntılı biçimde anlatıyor.
‘NASIL KAYBETTİĞİMİZİ İDRAK EDERSEK...’
Dosyanın yanı sıra, derginin tüm sayfaları da Ermenilerin yokluğunun bu topraklarda bıraktığı “eksik”liğin izini sürüyor. Hakkı Özdal, “Türkler, Kürtler, Ermeniler: Yüz Yıllık Yalnızlık” başlıklı yazısıyla tam da bu halimize eğiliyor, Ahmet Tulgar “Anneannem” ile başka türlü bir kişisel tarih okuması yapıyor. Aydın Engin’in yazısı şimdilerde gündem bile olamayan “Tabuların Tabusu”na dair; yani “Ermeni Metrukesi”ne... Nevzat Onaran ise “İttihat ve Terakki’den AKP’ye...” süregelen siyaseti sorguluyor. 
Agos Genel Yayın Yönetmeni Yetvart Danzikyan’ın röportajında söylediği “Neyi, nasıl kaybettiğimizi idrak edersek, sonrası da gelir” cümlesi aynı zamanda bir yol haritası sunuyor önümüze. Evrensel Kültür’ün özel sayısı ile giriştiği çabanın da özeti bu cümle.
Dil Bilimci Necmiye Alpay’ın yazısı tam da buna dair; Türk Dil Kurumunun İlk Genel Sekreteri Agop Dilaçar’dan Sevan Nişanyan’a uzanan yıllarda Ermeni dil bilimcileri anlatıyor, “Tragedyanın Alanında Dilciler” başlıklı yazısıyla. Janet Barış “Yüz Yıllık Yalnızlık” ile sinema alanındaki Ermenilere, Feryal Öney “Kadınların Müziği; ‘Kanto’lar Peruz Hanımlar” başlıklı yazısıyla müziğin Ermeni kadınlarına yöneliyor. Stepan İlhan ise “Mezopotamya Ermeni müziği”ni anlatıyor.
Sennur Sezer’in dizelerle Jak İhmalyan’ın resimlerine baktığı dergide, Özcan Yaman “Yüzleşmenin Görsel Dili” yazısıyla soykırım fotoğraflarını inceliyor.
TİYATRODAN BALIKÇILIĞA...
“Manug’dan Gorky’ye Uzanan Yüz Yıllık Yürüyüş” başlıklı yazı Burhan Kum’a ait. Kum, bir Ermeni ressamın izini sürüyor.
Ahmet Yıkık’ın yazısının gündemi ise Usta Yazar Mıgırdiç Margosyan.
Zebel Yeseyan portresinin başlığı “Bir Kadının Trajedisinin Ağır Bilinci”, kaleme alan ise Benan Tüfekçi.
Tahir Şilkan, “Türkiye Romanında Ermeniler” başlıklı yazısıyla usta romancılarımızın Ermenilere ve soykırıma nasıl baktığını irdeliyor.
Fatih Polat, özgün bir konuyu mercek altına alıyor ve Türkiye balıkçılığında özel bir yere sahip olan Karekin Deveciyan’ı gündeme getiriyor.
Fırat Güllü, “Üç Ayrı Bakış Açısı”nı tartışarak Güllü Agop’u anlatıyor.
Türkiye’nin futbol tarihinde Ermenilerin yeri ise Erdem Aksakal’ın yazısına konu oluyor.
C. Hakkı Zariç, “Toz Yüzyılı” adlı şiirini Paramaz ve yoldaşlarına ithaf ederken; dergide ayrıca pek çok Ermeni şaire ve ayrıca Ermenilere de temas eden Louis Aragon’un ünlü “Kızıl Afiş”ine yer veriliyor.
PARAMAZ’LARIN SON GECESİ
Evrensel Kültür’ün özel sayısında Türkçeye ilk kez çevrilen tarihi önemde bir anı-anlatı da yer alıyor. 15 Haziran 1915’te idam edilen Hınçak Partisi üyesi sosyalistlerle ile görüşen ve idam anına tanıklık eden Rahip Kalust H. Boğosyan, kendi kaleminden gördüklerini anlatıyor. 1921 yılında Ermenice yayımlanan “20 Darağacı” adlı kitapta yer alan makale, Evrensel Basım Yayın’ın kitabı Türkçede yayımlama hazırlığı çerçevesinde Aris Nalcı tarafından Türkçeye çevrildi. İstanbul’da “Bab-ı Ali No: 78” adresinde kurulu bir Ermenistan Yayınevi’nin yayımladığı kitap, Haziran ayında “20 Darağacı” adıyla Türkçede yayımlanacak. Yetvart Çopuryan’ın derlediği kitapta; 20’lerin idamı bütün yönleriyle işleniyor, faaliyetleri, suçlamalar, yargı süreci anlatılıyor. Paramaz’ın kendi kaleminden “Ermenilerin talepleri” başlıklı makalenin yanı sıra, idam edilenlerin biyografileri, haklarında yazılan makale ve şiirler de kitapta yer alıyor. Kitaba yazı ve şiirleriyle katkıda bulunanların çoğu idam edilenlerin yakın arkadaşları...
GÜNAHSIZ KUŞLARIN ÇAĞRISI
“20 Darağacı” kitabında dönemin ünlü Ermeni rahiplerinden Kalust Boğosyan, “İdamların ve idamların öncesindeki gecenin tek tanığı” olarak tanıtılıyor. “Papaz Efendi, onlarla yüz yüze görüştüğünde söyle onlara, bu dünyada rahat durmazsan ölümün bu şekilde olur. Ha olmadı, öteki dünyada da devrim yapmayı denemesinler, orada cezası çok daha ağırdır” sözleriyle çağrılan Rahip Boğosyan, Divan-ı Harb’e ilk girişini şu sözlerle anlatıyor:
“Divan-ı Harb’in önüne gelmiştik ki şehitlerimizin asılacağı üç ayaklıları gördüğümde aniden durdum. Kan beynime hücum etti soğuk bir ter kapladı bedenimi ve bitkin düşecekken yanımdakiler tuttular.
(...) Girişin sütunlarında ve tavanında yuva yapmış güvercinler de uyanmıştı ve hüzünlü zuu zuu seslerini çıkarıyorlardı, sanki ağlıyor ve ağıt yakıyorlardı kendilerini Ermenistan için kurban eden o babayiğitlere. Günahsız kuşların çağrısı beni daha da hüzünlendirdi, gözüm yaşlı bir şekilde olacakları bekliyordum”.
RÜŞVET İSTEMİŞLER
Rahip Boğosyan’ın idam öncesi anlara dair aktarımları da oldukça çarpıcı: 
“Zihnen ve bedenen o kadar güçten düşmüştüm ki dediklerini zar zor duyabiliyordum. Tüm ayinler tamamlandıktan sonra her birine bir kağıt ve kalem verdiler. Vasiyetlerini yazmaları için. Sonra da ölüm gömleklerini getirdiler ve herkese birer tane dağıttılar. O anda ölüme mahkum edilenlerden biri subaya dönerek Türkçe bağırdı:
- Madem ki beni ölüme mahkum ettin, o zaman benim gömleğimi de gel sen giydir ve kollarımı bağla!..
Subay dehşet içerisinde gerilerken, o devam etti:
- Neden korkuyorsun?”
Bu sözden sonra subay memnuniyetsiz bir şekilde yaklaştı, gömleği giydirdi ve ellerini bağladı.
O ana kadar sessizliğini koruyan Şebinkarahisarlı Karnik bir anda Türkçe bağırdı:
- Ey katiller! Eğer istediğiniz 30 altın rüşveti vereydim beni serbest bırakırdınız değil mi?”
İŞÇİ YERVART’IN ŞARKISI
İdam edilen 20’lerin idamın hemen öncesinde haykırdığı “Bizi, 20 kişiyi asıyorsunuz, ama 20 binler gelecek ardımızdan.” sözlerine de yer veren Rahip Boğosyan, bayılmamak için insanüstü bir güç sarf ederek idamları sarayın camından izlediğini anlatıyor. İdamlar sürerken aniden duyulan bir şarkıdan da söz ediyor Boğosyan, “Aniden bir şarkı duyulmaya başlandı. Yervant’tan geliyordu. İşçi. Şarkı ile karşılıyordu küçümseyerek ölümü...” Ve şarkının sözlerini de aktarıyor Boğosyan: “ Her yerde ölüm birdir / İnsan bir kere ölecek / Ne mutlu ona ki, milletinin / özgürlüğü için kurban oluyor...”
Şarkı boğaza düğümlenen ip ile son buluyor. Bütün süreçleri ayrıntısıyla ve gözlemlerini de katarak anlatan Boğosyan, 20’lerin gömüldüğü yeri anlatarak yazısını bitiriyor: “Açıkbaşyan’ın vasiyetine istinaden, Edirnekapı Ermeni Mezarlığının duvarının dış tarafında ortak bir çukurda kardeşçe yatıyorlar. Mezar taşı yok, çiçekler yok, çünkü onlar çiçeklerin üzerinde yürümediler, onlar dikenli yoldan yürüdüler ve çiçeklere ihtiyaçları yok. Her türlü baskıdan özgürleşene ve vatan topraklarına taşınana kadar bu kutsal naaşların yattığı yer, onların arkadaşları için hac yeridir.” (İstanbul/EVRENSEL)
http://www.evrensel.net

18 Nisan 2015 Cumartesi

“Sizce en güzel Türkçe aşk romanı, şarkısı ve Türk filmi hangisidir?”

Aşk’ın Türkçesi’ Milliyet Sanat’ta

14 Şubat Sevgililer Günü nedeniyle kapağına 'aşk’ı taşıyan Milliyet Sanat dergisi, sanat dünyasının önde gelen 50 ismine, “Sizce en güzel Türkçe aşk romanı, şarkısı ve Türk filmi hangisidir?” diye sordu

Milliyet Sanat dergisi, şubat sayında 14 Şubat Sevgililer Günü nedeniyle kapağına 'aşk’ı taşıdı. Kapak resmini ünlü ressam Kezban Arca Batıbeki’nin çizdiği dergideki aşk dosyası kapsamında kültür sanat dünyasının önde gelen 50 ismine, “Sizce en güzel Türkçe aşk romanı, şarkısı ve Türk filmi hangisidir?” sorusu yöneltildi. 
Jüri, “Selvi Boylum Al Yazmalım” ve “Sevmek Zamanı” filmleri üzerinde birleşirken, şarkılarda Türk Sanat Müziği yapıtları ve Sezen Aksu’nun besteleri öne çıktı. 
Aşk romanları arasında birinci sırayı Mehmet Rauf’un “Eylül”ü, ikinci sırayı ise Reşat Nuri Güntekin’in unutulmaz romanı “Çalıkuşu” aldı. Aşk dosyasında ayrıca mimaride, felsefede ve günümüzde aşkı konu alan yazıları okuyabilirsiniz.
Hrant Dink anısına Ermeni edebiyatı
Milliyet Sanat, 19 Ocak’ta suikasta kurban giden gazeteci Hrant Dink’in anısına saygı amacıyla, eleştirmen Ömer Türkeş’in Türkiye’de Ermeni edebiyatını konu alan yazısına da yer verdi. Türkeş, yazısında Anadolu kültürünün hafızasından silinmeyecek olan Kirkor Ceyhan, Krikor Zohrab ve Zaven Biberyan gibi Ermeni yazarların yaşamlarını ve eserlerini anlattı. Sema Aslan’ın kanseri alt eden yazar Mehmed Uzun ile yaptığı söyleşiyle Semih Gümüş ve Hasan Ali Toptaş’ın yazıları da Milliyet Sanat’ın edebiyat sayfalarında. 
'Idomeneo’ İzmir’de
Almanya’daki rejisi nedeniyle basına sıkça konu olan Mozart’ın “Idomeneo” operası, bu sezon Mehmet Ergüven tarafından İzmir Devlet Opera ve Balesi’nde sahneye konuyor. Bu vesileyle Milliyet Sanat’ın klasik müzik eleştirmenlerinden Ufuk Çakmak, İZDOB’un “Idomeneo”sunu yazdı. Sahne sanatları sayfalarında Van Devlet Tiyatrosu’nca sahnelenen “Romeo ve Juliet”in yanı sıra “Modigliani - Işığın ve Hüznün Ressamı”, “Yaşamak mı Yoksa Ölmek mi?”, “İyi Geceler Anne” ve “Kara Sohbet” adlı tiyatro oyunları ile “Gelin” balesi üzerine eleştiriler de bulunuyor.
Ayın DVD’si: “Deliler Evi”
Milliyet Sanat bu ay okurlarına Andrey Konçalovski’nin “Deliler Evi” adlı filminin DVD’sini hediye ediyor. Film, Çeçenistan sınırında bir klinikte tedavi gören bir grup hastanın öyküsünü anlatıyor. Aralarında sürekli akordeon çalan Çeçen genç kız Janna’nın da bulunduğu hastalar, görevlilerin kaçması sonucu Ruslarla Çeçenler arasında süren savaş karşısında yalnız kalıyor.
Magnum gözüyle Türkiye
Derginin plastik sanatlar sayfalarında, 35. sanat yılını İş Sanat Kibele Galerisi’nde süren “Sisyphos’un Direnci” adlı sergisiyle kutlayan ressam Aydın Ayan ile Pera Müzesi’nde eşzamanlı olarak devam eden Chermayeff & Geismar ve Ali Emîrî Efendi sergileri üzerine yazıları okuyabilirsiniz. Dünyaca ünlü fotoğraf ajansı Magnum’un 16 Şubat’ta İstanbul Modern’de açılacak olan “Magnum Fotoğrafları ile Türkiye” sergisi de fotoğraf sayfalarında sizi bekliyor. 
Namal, Akar ve İşler
Sinemaya gelince... 15 - 25 Şubat günleri arasında düzenlenecek !f İstanbul Bağımsız Filmler Festivali’ne gidecekler, festivale rehber niteliğindeki yazıyı Milliyet Sanat’ın sinema sayfalarında okuyabilir. Bu ay “Breaking & Entering / Hırsız” adlı filmiyle sinemalarımıza uğrayacak olan Jude Law da Milliyet Sanat’ın konukları arasında. 
8 - 17 Şubat tarihleri arasında düzenlenecek olan 57. Berlin Film Festivali hakkındaki yazıyı ise Alin Taşçıyan kaleme aldı. Bu ayın yeni Türk filmlerinden “Polis”in oyuncusu Özgü Namal’ın yanı sıra “Barda”nın yönetmeni Serdar Akar ve başrol oyuncusu Nejat İşler ile yapılmış söyleşiler de derginin sinema sayfalarında.
Norah Jones geri döndü
Yeni albümü “Not Too Late”te gene yumuşak şarkılara imza atan Norah Jones da Milliyet Sanat’ın şubat sayısında. Müzik sayfalarında ayrıca Brezilya’da bulunan İlhan Erşahin ile yapılan söyleşiyi okuyabilirsiniz. Dünya gündeminin en önemli konusu olan küresel ısınmaya dikkat çekmek amacıyla kaydedilen “Rhythms Del Mundo” ise Radiohead, Franz Ferdinand gibi grupların şarkılarının 'Latin’ versiyonlarını içeren ilginç bir albüm. 
Müzik sayfalarında ayrıca Balet Plak’ın 25. kuruluş yılı şerefine “Ele Güne Karşı Yapayalnız”ın tıpkıbasımını yayımlayan Mazhar - Fuat - Özkan hakkında bir inceleme ve Türk Sanat Müziği albümü çıkaran Şevval Sam’la yapılan söyleşi yer alıyor.