"ben ancak dans etmeyi bilen bir tanrıya inanırdım." f. nietzche
gününüz sevinçli geçsin...

13 Ağustos 2013 Salı

CAN YÜCEL/ Vecihi Timuroğlu

Kendisinden Sonrakileri Zorlayan Şair

CAN YÜCEL

Vecihi Timuroğlu

Şair, büyük şair, cins şair, birbirlerinden farklı kişiliklerdir. Şairi şair yapan tek öğe şiirdir. Kimi şairler, yazdıkları şiirle, kendilerinden sonrakileri zorlarlar. Bunlar, büyük şairlerdir. Örneğin, Yunus Emre (....-1321), on üçüncü, on dördüncü ve on beşinci yüzyılları ipoteğine almış bir büyük şairdir. Bütün halk şairlerini zorlamıştır. Nâzım Hikmet de (1902-1963), Bin Dokuz Yüz Kırk kuşağını ve ardından da, tüm toplumcu görüş sahibi şairleri zorlamıştır. Bütün büyük şairler, ayrı görüntüler verirler. Önceki anlayıştan, insana yönelik evrensel değerlerle koparlar. Kimi şairler de vardır ki, kendisinden sonraki şairleri zorlamasalar da, kendisinden sonraki şiire kaynaklık ederler. Kurumaz birer kaynak olarak, her çağda, yeni bir damara su verirler. Örneğin, Cemal Süreya (1931-1990) bunlardandır. Böyle şairlere "cins şair" denir. Her yeni, Cemal'den "can suyu" alacaktır. Büyük şairin bir talihsizliği vardır: Her zaman sınırda yaşamak. Büyük şair, kendisinden önceki birikimin en halisini alır, geleceği zorlar. Cins şair, kendisinden önceki en ışıltılı birikimi kullanır, yeni kuşaklara bırakacağı birikimi düşünmez. Cins şair için önemli olan, salt şiiri yüceltmektir. Büyük şair, toplumsal sorunları, şiirinin temel öğesi yapar. İnsanlığın tarihsel gelişimi içinde, toplumların ve bireylerin adaletsizlikler karşısında uğradığı durumları yansıtır. Yedinci yüzyılda yazılmış bir Çin şiiri, insanın derdini sorun edinmiş büyük şair için, evrensel niteliktedir.

Davalı zengin, davacı yoksulsa
Zenginden yana işler yasa
Davacı yoksul, davalı zenginse
Davalıda kalır yine nizalı arsa
Davacı da davalı da zenginse davada
Özür diler çekilir aradan kadı
Davacı da davalı da yoksulsa, bak,
Sade o zaman işte yerin bulur hak

1999 yılında yitirdiğimiz Can Yücel, insanlığın bu tarihsel dramını yüreğinde duymuş, bu tarihsel durumu şiirinde yansıtmış bir "büyük şair"dir. O, geleceği zorlayan şairlerdendir. Büyük şairlerin tarihe iki bakışı vardır: Geriye ve geleceğe. "Şimdi", büyük şairin sorunsalı değildir, yaşantısıdır. Her şair gibi, büyük şair de, bir sınıfın içinden çıkmıştır ve hangi sınıf için savaşım vereceğini seçmiştir. "Şimdi", yaşantının gelişmesine bağlı olduğu gibi, ideolojik bir ilişkiye de bağlıdır. Can Yücel, "şimdi"yi, Cumhuriyetin devrimler sürecinde algıladı. Cumhuriyetin en önde gelen devrimci kişilerinden Hasan Âli Yücel'in oğlu olması, dünya görüşünü olumlu etkiledi. Can Yücel'in bu gelişmesi, ilk dönemlerde pek fark edilmedi. Birkaç aydın düşünür, devrimci çevrede yaşayan birkaç genç tarafından anlaşılmak, yeterli değildir. Can Yücel, düşüncesinin ve şiirinin sonucunu alamamıştır. Her sonuç, özdeksel (maddi) bir görüntü verir. Can Yücel'in hemen her şiiri, büyük bir yürekliliği yansıtır. Kısa sürede, herkesin dilinde, sıradan bir söz gibi kullanılır. Şimdi, bu sıradan sözler önemsenmiyor, oysa iki üç kuşak sonra, Can'ın birçok dizesinde yansıttığı düşünceler üzerine birer dünya kurulacaktır. 1984'te yayımlanan "Hatime" adlı şiirinde, toplumsal gelişme sürecinde görülen sapmaları, toplumsal birikime de dayanarak, yaşanmışın deneyimi olarak anlatıyor. Bu şiirin her dizesi üzerine birer dünya kurulur:

Güngörmüşlerdenim ben
Bademki bu güngörmedik günü gördüm
Ben ki hece taşlarıyla gördüğümde
Şamdan bir karıya bir gözü âmâ
Şey yaparken şeyitlenir ölürdüm
Patrona Halil'di patronum kesen
Toy bir zebani olarak külhandan
Ateşimle Nesimi'nin küllerini kürdüm
Sonram da Saunalı bir sefir nidâsıylen
Arap sabunlarına kızdım köpürdüm
Gusulle ağarmaz zinhâr karacümle
Dokuz doğurmadan ana olmaz hamile
Diye ahkâm kesip çapraz yürürdüm
Dipnoterdim Süttüralizm üstüne
Şair-zaman sürüm sürüm sürünürdüm
Güngörmüşlerdenim ben
Bademki o güngörmedik yerimi gördüm
Ben ki hecinlerle Hendek ma'rebesinde
Cingöz bilyelerimi cepten düşürdüm
Böylece de bu şiir defterini dürdüm
Ne ömür şeymiş bu benim ömrüm!

Demokrasimizin tarihine göz attığımızda, düşüncenin özgürleşmesini engelleyen, açıkçası, halkça da benimsenen birçok girişimler görürüz. Bu, bir bakıma, Cumhuriyetin "aydınlanma siyasası"nın başarısızlığıyla olduğu değin, İslam toplumlarının yapılarıyla da bağıntılıdır. Bu anlamda, devrimci atılımlardan sonra, "Zurnada Peşrev" yapmaya çalışanların çabalarının yitik bir mavnaya yüklenmesidir aydınlanma: Bir teknede oturanlardan biri "İnsan hapşırdığı gün ölmezmiş" der. Bir başkası, böyle sözlerin boş sözler olduğunu savlar ve amcasının, kendi nefesiyle gıdıklanıp gülmekten kaskatı kesilip öldüğünü söyler.

...."Biraz ötede yerinde yeller esen bir
mavnayı bir vinç havada aptal aptal arayıp duruyordu.
Döndüm yanımdaki sıralarda oturanlara: "Belkide" dedim, "emzikten kesildikten sonra alıştı dünya
kendi tırnaklarını yemeye." Bellerinde gazete kâğıdından
peştemalları, yanımdaki sırada oturanlar
bastonlarına asıp suratlarını bikoşu daldılar suya.
Peşlerinden uskumru, uskumrunun peşinden balıkçı,
balıkçının peşinden güneş, cup cuup cuuup... Vinç
de birer birer toplayıp cümlesini, yükledi yitik mavnaya.
(Sekizibiryerde'den)

Octavia Paz, "Şairler, kaynağında, tek bir şiir yazarlar" diyor. Yani tek bir şiir, kendisini, bütün şairlere yazdırtır. Kuşkusuz, tek bir şiirin kendisini şairlere yazdırttığını düşünürsek, şiir tarihini yadsımış oluruz. Belki, tek bir durum, bütün durumlar gibi, kendisini, şairlere etkin kılar demeliyiz. Can Yücel, şiirin yapısını, Paz'dan daha iyi anlamış. O, bu durumu, şöyle anlatıyor: "Ben, şiiri ciddiye almıyorum ki zaten, yeter ki şiir beni ciddiye alsın! Davetsiz misafirdir, pat diye gelir o, ya bir afrika menekşesini, ya ölen bir delikanlıyı bahane eder, oturur karşıma, kaldırabilirsen kaldır artık. Baudelaire öyle demiş ya: Esin dediğin gelmesine nasıl olsa gelir, güçlük onu sepetlemektedir." (Gökyokuş, s.6, De Yayınları, 1984 İstanbul). Çok açık ki, her yeni durum, şairi zorluyor. İnsani olmayan her durum, toplumun tümüne karşı bir başkaldırıyı kışkırtıyor. Ölüm, yaşamın bir parçasıdır, insanidir, ama öldürüm, yaşama aykırıdır ve insanlıkdışıdır. Bir öldürüm karşısında esini kovamazsınız. İnsana aykırı bir düzenin karşısına dikilerek haksızlıkla savaşmak zorundasınız. Kaynağında, şair, ister bir doğa durumuyla karşılaşsın, ister toplumsal bir durumla, hiçbir tümel belirlenimle sınırlı değildir. Olan durum, tümeli tikel olarak ifade etmesini gerektirir. Olan durumu, varoluş ve görünüş bakımından "yeni durum" olarak sunar. Olan durum, ona sunulmuş bir durumdur. Can Yücel, bunu söylüyor işte. Şair, kendisine sunulmuş durumu, başkalarına sunmaya zorlanır. Sepetlenemeyen esin budur. Sunum, tümüyle tikel biçimde olmuştur. Yapısal ve biçimsel bağıntılar da dışlanmayarak, olan durum, yeni durum olarak şiirsel dünyaya dönüşür. Esinle, içsel bir uyum sağlanmasına karşın, alaysılamayı, karşıtlığı, başkaldırıyı, öfkeyi, içeriğin taşıdığı ayrımları ve karşıtlıkları, "sunulan durum"da yansıtarak, düzenle uyumsuzluğunu gösterir. Can, bu aşamada tikelleşmesi sayesinde, "olan durum"un bağımsız parçalarını, diyalektik bir bütünlük içinde tümelleştirir, özü çarpıtmadan sunar. "Zurnada Peşrev"de, "kılçığını yitirmiş uskumru, güneşin oltasına takılı balıkçı, hapşıran insanın ölmeyeceğini söyleyen kişi", bu kişiyi yanıtlamasına karşın, "kendi nefesinden gıdıklanarak güle güle katılıp ölen amcasından söz eden öbürü", Can'ın sözlerinden hoşlanmayan "bellerinde gazete kâğıdından peştemalları olan yaşlılar", "olan durum"un bağımsız parçalarıdırlar. "Emzikten kesildikten sonra kendi tırnaklarını yemeye başlayan dünya" imgesi, Can Yücel'in tikelleşmesi ile "sunulmuş durum" olmuştur. Daha da önemlisi, "Vinç" imgesiyle, bağımsız parçaları, diyalektik bir bütünlük içinde tümelleştirip "yitik bir mavnaya" yüklemiştir. Özü çarpıtmamıştır. "Sunulan durum", şairin dilsel ve imgesel dokusuyla, estetik bir biçim kazanmıştır. Bölünmüş parçaların bütünsel gerçekleşimi, sunulan durumun toplumca benimsenmesine yol açıyor. "Sunulan durum", artık, "toplumsal durum"dur. Çürümüşlüğü, düzensizliği gören yoksul kesim, suya dalarak sorumluluk almak istemiyor. Toplumun tüm dengeleri bozulmuştur. Böyle bir toplumda, nasıl bir durumla karşılaşacağınızı kestiremezsiniz. Sorgulanmış, yargılanmış, siyasal, toplumsal ve tarihsel bilinç durumuna gelmiştir "sunulan durum". Can'ın şiirini, bu felsefi görüşle okumalıyız.

...............

Sen hep böyle güneşli yalanlar söyle
Ben toplarım parçalarını
Kırk yılın Halimesi böyle bir güvercin
Oturup ağda yapsın düpedüz Devrim
Bu bir değil iki değil dördüncü bacağı
Halime kopardıkça dünya yenileniyor
Bu el yeni abeceyle yazılmış bir el
LÂİK bir bacağı sıvazlıyor
Komşular kibar evler dağa çıkmışlar dünden. Biz de
Halimeyle vatanı süpürüyorduk. Dışardan hariciyeli
bir ses: (Affedersin! Affedersin! Affedersin! Yangın
merdiveniniz yanıyor!) Ne bu curcuna be! Gözünü
kapan gelmiş! iyi ya dedim, kapattım pencereyi. Biz
de çaydanlık kırıldı sandık!...
Kırk yılın Halimesi böyle bir güvercin
Oturup ağda yapsın düpedüz Devrim
(Danton'un Çaydanlığı'ndan)

"Olan durum"un şiirsel anlatımı, "genel durum"un bireysel bağımsız bir güvenle sunulmasını gerektirir. Özgün tasarım, kendisinden başkasına göndermeyen imge, özgürce genişletilmiş bir sözcük ekonomisiyle, "yeniden durum"u yansıtmanın yöntemi olarak görünüyor. Alaysılama (ironi), yerme, küfür, toplumca itilmiş sözcükler, inanılmaz bir lirizmle, toplumun altyapısını kapsayan kültürün bileşimi, sevecen bir toplumsal eleştiri çıkarıyor ortaya. Toplumun derin kayıtsızlığı, dingin ama, görkemli yüceliği, sanki, bir "durum yokluğu" gösteriyor:

...

Yaşamların kapısında kuyruk olmuşuz
Önde emirerleri memede piçler sütsüz analar
Akşam oldu memur çıktı kapıya
Mal gelmedi dedi bugün kapatıyoruz
Dilekçeyim masalar odalar arasında
Yürek değil, sol yanımda on altı kuruşluk pul
Usulsüzüm yolsuzum

(İnsan Resmi'nden)

"Şiir gelir beni bulur" derken, durumların belirlenimli ıralarının (karakter) az ya da çok rastlantısal bir "şey durum", içerdiği "öz"le, Can'da karşıtların yakalanmasına yol açıyor ve onu, toplumu yönlendiren güçlerle çatışmaya yöneltiyor. Böyle olunca, "aşılmaz bir durum"un nasıl aşılacağını düşündürmeye başlıyor. Bu da, "olan durum"u sarsmayı gerektiriyor. Kendisinin dünya görüşüyle, karşıtlar savaşını izleyen bir çözüm arıyor.

Olumsuz, bozucu durum, ruhsal ve fiziksel bir çatışma yaratıyor. Bu çatışma, daha önce algılanmamış bir "durum"un tasarımını çıkarıyor ortaya.

Bİ SEN EKSİKTİN AYIŞIĞI

Bileklerimizi morartmış yeni Alman kelepçeleri,
Otobüsün kaloriferleri bozuldu Kaman'dan sonra,
Sekiz saat oldu karbonatlı bir çay bile içemedik;
Başımızda prensip sahibi bir başçavuş,
Niğde üzerinden Adana Cezaevine gidiyoruz...

Bi sen eksiktin ayışığı
Gümüş bir tüy dikmek için manzaraya!
(1974)

Doğal kökenleri olan, kaynağında olgusal (pozitif) görünen, ama ayrımlara ve karışıklıklara yol açan durumlar, tinsel çatışmalar yaratıyor. Can Yücel, bu "olağan durum"u, toplumca her gün kullanılan, ama törel olarak itilmiş sözcük ekonomisiyle anlatıyor. Bilinçdışı bir özgürleşmedir bu.

Çatal yüreğimle türkülü yollara
Düştüm ki o kadar olur...
Seke seke ben geldim
S.ke s.ke gidiyorum.

Bir başka durum da, dayanağını tinsel ayrımlarda bulan, insanın kendi öz ediminden kaynaklanan, birer birer ele alındıklarında ilginç karşıtlıklar olarak görünen çatışmalardır. Bu çatışmalar, çağdaş şiirde, imgeyi dönüştürür. Can Yücel, şiirimizde, bu işi yapabilmiş ender şairlerdendir. Bu, Can'a, bilinç alanının genişlemesini, insani bir sevecenliğin dinginliğini sağlıyor.

KAÇAMAK

Yalnız kaldıkça, yani Güler benden kaçtıkça
Tekmil elektrikleri yanık bırakıyorum yirmi dört saat
İki radyo var ikisini de açıyorum
Yarım alacağıma bir bütün ekmek alıyorum
Bugün büyük olsun yoğurt diyorum bakkala
Gören düğün var sanır.
Toplumsal yaşam, bizi, kendi içsel ve dışsal koşullarımızla baş başa bırakmaktan alıkoyuyor. Sanırım, bu konuda en duyarlı şair Can Yücel oldu. Toplumda ortaya çıkan "şey durum"lar, onların bağıntıları, özgül engeller, temel karşıtlıklar, bozulmalar, toplumsal bulunca (vicdan) saldırılar, insani amaçları saptırmalar, "şey durum"u, "sunu durumu"na getirirken, pervasızlığa yol açıyor:

RAP TARZINDA DARBUKALARLA, DAVULLA OKUNACAK

Kapa ışığı, aç ışığı, kapa kapa aç!
Kapa ışığı, aç ışığı kaçmadan kaçakaç!
Söndür ışığı, kapat karanlığı!
Kapat ışığı, aç aydınlığı!
Ört ışığı, aç kapıyı
Çık sokağa, çık meydana
Söndür ışığı bir dakka ayakta
Devrimler ve devrim için,
Karanlıkta vurulan demokratlar için,
Cumartesi anneleri ve kayıplar, kayıplar
Emekçiler için, emekliler ve gaziler için!
Söndürün ışığı, söndürün ışığı,
Diyeceğim var, diyeceğimiz var
Ne tank, ne de tura
Demokrasi için hurraaa!
Susurluk susığırı ne demek
Gazi'nin önlediği manda var ya
Susurluk'ta göle sıçtı, sıçtı!
Bıktık yaşamaktan bu karabasanı!
Kapa, ışığı aç ışığı, kaçmadan kaçakaç!
Söndür ışığı, kapat karanlığı!
Kapat ışığı, aç aydınlığı!
Kapa ışığı, aç ışığı, kapa kapa aç!
(Seke Seke'den)

Genel kullanımıyla "şiirsel söylem", nesnelerden ve duyumlardan oluşan kendine yeterli bir alan içine kapanma, bu yüzden de, "gerçek dünya"dan uzaklaşma biçiminde anlaşılır. Can Yücel, kendine özgü sözcük ekonomisiyle, şiirsel olanın sınırlı şiirsel alanını açtı. Şiirsel alanı, toplumsal gerçekçiliğin tümünü kapsayacak biçimde genişletti. Can Yücel, "dil"i, birincil insan deneyimi olarak algıladı. Bu eğilimi, ileri ve öncü düşüncenin yaygınlaşmasına büyük ölçüde yardımcı oldu. Çağdaşlığa egemen olma alaysılama, resmi dilin yüzeysel deneyiminde görülen doğa, ekin ve tarih anlayışını aşmasını sağladı. O, "post modernizm" denen akıma kapılmayacak değin sağlam düşünen bir şairdir. "Şeyler"den koparak, salt sözcüklerle karşı karşıya kalmadı. Can Yücel, dilin gücünün "dil"de yattığını en iyi kavramış kimselerdendir. Yaşamın yaratıcı gücü, sanata "dil"le yansır. Can'ın yaşam deneyimi, özgürleşen düşüncesiyle "dil"inde maddeleşti. Kaynağında, dil, düşüncenin maddi duruma gelmesinden başka bir şey değildir. Bu bilinçte olan Can Yücel, hiçbir zaman, "şiir dili"nin gerçekleri saklama, süsleme, aldatma gibi işlevlerine inanmadı. Kusurlu toplum, onun şiirinde, bütün çizgileriyle yansır. Yıkıntının onarılmasını öngören bir "dil"dir onun şiiri. Şiir, onun anlatımına engel olamaz. Türküsü, dünden ve yarından birer halkadır. Her şey, kurduğu şiirin yapısındadır.

...............

Zaten şiir denen nesne, eski bir an'aneyle, doğan çocuğun
kulağına ezan makamıyla isminin üflenmesidir
Ya da tınlatmaktır içinle için için olan tambur ola ki evreni
Ve de çınlasın deyuu Neyzen'n neyi (görülmemiş hiç neyin çınladığı
bu âna dek)
Ve en arabesk ve en çağdaş adamımız Orhan Veli'nin kuzular kulağına
Maraz ve menapoz, muhteris ve muhteriz itirâzlara itirâzım var,
itirâzım, itirâzım
Ama halka. halka halka halkalanan halka dünden ve yarından her zaman razıyım

Türk yazınında gülmece (mizah), çoğu kez, yergiye dönüşür. Şeyhi (1371-1431), bir ölçüde "karamizah" da yapmıştır. Halk yazınımızda, "karahekât" (kara öykü) denilen, anlatımında süsleme öğeleriyle karışık biçimde parçalar bulunmayan, salt düzyazı olan bir tür vardır. "Karahekât"ta, ince bir duyarlık bulunur. Genellikle olumsuzluklar anlatılır. Yalın yergiler, ince gülmece öğeleri, saf sayıklamalar, hinoğlu hinliğe kaçmadan, söz oyunlarına başvurmadan yer alırlar anlatımın içinde. Kişisel yermeleri, kişisel öç almayı düşünmez karahekâtçı. Alaysılamalar, yergiler, gülünçlükler, dobra dobra söylenir ve öykünün kurucu öğesi gibi bir işlevi üstlenir. Can Yücel, bu geleneği sürdürmüştür bir bakıma. O, yergiyi ve gülmeceyi, kişisel gösteriden kurtarmıştır. Bizim gülmece yazınımız, genellikle kurulu düzeni eleştirirken, bir kahramanlık edası taşır. Aziz Nesin'in gülmecesine egemen olma öğe de budur. Bu tür davranış, yazarın yaygınlaşmasına katkıda bulunuyor, toplumun ezilen kesimlerinden çok, ezildiğinin bilincinde olan, ama seslerini yükseltemeyen küçük burjuva sınıfında övgülere yol açıyor. Kurulu düzenin kurbanlarına seslenen gülmece yazarları da, yazgılarına şükreden, tarihsel ve toplumsal bilinçten yoksun köy ya da kentlerin kenar mahalle insanlarının zavallılıklarını sergilerler. Ben, bu tür gülmecelere, "Akbaba yoldamında gülmece" derim hep. Yergiciler de, yalancı bir dille, gösteri yaparlar. Can Yücel, bütün bunlardan arınmıştır. Karahekâtçıların dürüstlüğü vardır onda. Kurulu düzenin dayattığı yaşam biçimini dinamitler sanki.

Can Yücel'in kimseyi aşağılamak, gülünç duruma düşürmek gibi bir niyeti yoktur. O, görmeyi engelleyen şatafatlı düzeni, kendilerinin farkında olmayan beyinsizleri, insan olma bilincini engelleyen tarihsel gelişimi, yozlaştıran ekinsel (kültürel) olguyu, toplumsal yapının oluşturduğu iğrenç durumu yok etmeyi amaçlar. Can'ın eleştirisi, hiçbir zaman, bir yazın gösterisi olmamıştır. Bu yüzden, o, "halka halka halkalanan halka" dünüyle ve yarınıyla razıdır. Razı olmadığı, kurulu düzendir. İnsanı yozlaştıran ve kendisine yabancılaştıran bu düzene karşıdır. Halka umudunu yitirmeme nedeni budur.

Can ağabeyim, beni "ükala" bulurdu. Sanırım, bu kez, ükalalık yapmadım. Ona saygımın gereğini yerine getirdim.

cumhuriyet kitap. 27 OCAK 2000

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder