"ben ancak dans etmeyi bilen bir tanrıya inanırdım." f. nietzche
gününüz sevinçli geçsin...

14 Ağustos 2013 Çarşamba

CAN GERİLLASI ÖZGÜRLÜĞÜN/ tevfik taş

"Dün kofra kesiklik etti
Mumla idare ettik
Ayazmadan alınmış mumlarla
Elimdeki para yetmiyor
İçkiyi sigarayı kesemiyorum
Durum bombok
Karım nerdeyse yok
İntihar mı? Etmiyeceğim
Son bir çocuklukla içimden gelen
Bize gadredenleri intihar ettireceğim
Gül koklatarak. Kızıl gülleri."
(Anti-İntihar)
Şiir devrimcidir."

Bu sözden her şiirin, "şiir" başlığıyla piyasaya sürülen her nesnenin devrimci olduğunu anlamak doğru olur mu?

Hani, soyut değil de uçucu, anlatma işlevinden uzak, dahası anlatmamak üzere yapılmış olan işleri ve bu işlerin önerdiği ilişkiler ortalamasını savunanların, bu türden ürünleri tartışmak isteyenleri veya kabul etmeyenleri küçümsemek için; "bu devrimci bir iştir, ama bundan siz anlamıyorsunuz," demesini haklı bulmaktan başka bir şans bırakmaz mı bu saptama?

"Şiir devrimcidir" sözünden, devrimciliği kaba ve bayağı hale getiren; bize insani olmayanı, yaşamın gerçek zenginliğini de, bir avuç hayalperestin yorgun ve acılı duygularını bütün dünyanın gerçek duyguları ve kavrayışıymış gibi "sunan" ürünleri anlayamayacağımız gibi, gerçekten devrimciliğin karşısında duran, onu herhangi bir biçimde bulandıran şiire de devrimci diyemeyiz. Bu tartışmanın yapıldığı her yerde, bunun örneklerle anlatılması istenir. Bu, son derece haklı bir istektir. Biz, kötü, bulanık ve ham örneklerle değil, ama içeriğiyle ve biçimiyle, dünyaya devrimci şiirler veren bir şairin eserini, onunla konuşarak anlatmak istiyoruz meramımızı.

Tarih ve Bugün...
"Minelaşklarla dönüyor ağaçları bahçenin
Hüsnü Aşk bir tarih düşüyor hâlâ coğrafyasına şehrin
Itri nasıl birleştirdiyse iki kıtayı
Boğaziçinden bir taksimle...
Biz şu anda bir tuluat kumpanyasında yaşıyoruz
Naşit'i ölmüş...
Yine de Şeyh Galib sen nur içinde yat
Sen ki hücrelerden aydınlığa tünel açan
En eski devrimcimizsin şiirinle..." (Şeyh Galib İçin'den)

Can Yücel'in bu dizelerinin arkasında, cesur bir tarih kavrayışı durmaktadır. Tarih, bir geçmiş zaman öyküsü değildir asla; bugün, bugüne ait etkinliklerin gelecekle olan o sağlam ilişkisidir. Bir söyleşimizde, Can Yücel, kendi şiirini oluştururken yaslandığı tarihi dokuyu şöyle özetliyordu:

"Türkçe şiir, Selçuklu'dan başlamıştır. Yunus Emre ve mevlit yazarı Süleyman Çelebi, bu başlangıcın iki önemli ismidir. Büyük nesir yazarı Mercümek Ahmed'i de unutmamalıyız. Türkçe şiirin bu Tasavvuf kanalının dışında, bir Alevi varlığı bir de Türkmen, Avşar varlığı çok önemlidir. İki büyük ustası, Pir Sultan Abdal'la Karacaoğlandır.

Osmanlı edebiyatı, bir Bizans piçidir.

Azerbaycan'lı Fuzuli hariç.

Divan edebiyatı, bir dekoratif sanattır.

İçinden getirdiği büyük şair Şeyh Galib hariç.

Mevlana, Acemce yazmasına karşın, şiirdeki büyük etkisi 18. Yüzyıla kadar sürmüştür. Büyük ustayı, musikide Itri, Dede Efendi ve son örneği olan Tamburi Cemil Beyler tamamlamıştır."

Şiir tarihi değerlendirmesi
Can Yücel'in, her biri geçmiş dönem edebiyatının köşe taşları olarak da kabul edilen, bütün bu insanlarla çelişkisinin üstünü örtmediğini, kendi dünya görüşünün şiirini yazarken beslendiği bu değerleri, tarihsel sürecin ve bizim külliyatımızın içinde ait oldukları doğru yere koyduğunu, bütün eserlerinde ve etkinliğinde görebiliriz. Can Yücel'in eserinin büyüklüğü, bu tarihi, diyalektiğiyle anlamasından geliyor. Ne kimileri gibi görmezden geliyor, ne taparak anımsıyor, ne de bu tarihsel birikimin altında kalmaktan korkuyor. Can Yücel şiirinin geçirdiği aşamalar dikkatle incelenirse, onun yalnızca edebiyat alanındaki tarihi değil, yeryüzü birikiminin erişebildiği her parçasını, kendi şiir düşüncesinin ve dolayısıyla dünya görüşünün bir olanağına dönüştürmeye çalıştığı görülecektir. Bu tarih değerlendirmesinin bir yerinde, şunları söylüyordu şair:

"Tanzimat dönemi şiirinde iş yoktur. Fakat, İstiklal Harbi'ni yüreklemiş Mehmet Akif ayrı bir olgudur. Ona hangi övgü yollanırsa yeridir.

Böylece Cumhuriyet tarihine girdik. Burada büyük bir Yahya Kemal vardır ve bir de Ahmet Haşim. Ama bunların özelliği, kaybedilmiş Osmanlı topraklarının nostaljisiyle yazmalarıdır. Yahya Kemal tarihsel nostaljiyle büyük bir şiir yaratmıştır. Bugün her şiir yazan adam, Yahya Kemal'i red veya kabul mevkiindedir. Tevfik Fikret, büyük bir saflığın, büyük bir zekâsıdır. Hüznü de şiirdir, duruşu da. Ahmet Hamdi Bey'i şükranla anıyorum. Arada gelen minor şairleri saymazsak, yıldızımız Nâzım Hikmet'tir... Kurtuluş Savaşı'ndan ve Büyük Ekim Devrimi'nden kopan bu şiir çığı, bütün dağlarımızı ve düzlerimizi çınlatmıştır. Türk şiiri ilk Nâzım'la enternasyonal şiire girmiştir. Fütürizm denilen büyük modernist akım -ki, makinayı öngörerek yürütmüş ve sonra da kurumuştur-. Nâzım'ın son gelişimi, hapishane yaşamı bu modeli alt-üst etti. O Leh'li, Aleyhistan'dan çıkmışcasına bu toprağın çocuğu oldu. -Nâzım'ı vatandaşlıktan atanlar kendi kimliklerini bilmeyenlerdir.

Nâzım sonrası, 2. Dünya Savaşı'ndan sonra bir şiir tarzı daha yaşadık. Nâzım ağacının dibinde ot bitmeyeceğini bilmeyerek başladı bu. Bunların içinde, Ahmed Arif ile Enver Gökçe'yi ayırmak gerekiyor. Bir de Ruhi Su, müzikteki yorumu ve çabasıyla bu oluşumda başlı başına etkin bir değerdir.

Yine 2. Dünya Savaşı yıllarında, Orhan Veli ve arkadaşları, Avrupa şiiri benzeri, bir deneyim yaratmıştır ve bayağı önemli olmuştur. Avrupa benzeri şiir yazmak isterken ilk kez lumpen kesime hitap eden bir şiir olacağı açığa çıkmıştır. Bunun iddia edildiği gibi Tek Parti contasıyla bir ilişkisi yoktur. Orhan Veli, şiiri çok iyi bilen bir şairdir. Ne yaptığını biliyordu. Ömrü vefa etseydi çok daha önemli işler yapabilirdi. Yanındaki arkadaşları için, özetle söyleyeceğim şudur: Oktay Rıfat çok büyük bir şairdir. Melih Cevdet de yabana atılamaz.

İkinci Yeni'ye gelince; her zaman söylediğim gibi, yanlış bir tercüme hareketidir. İçlerinde bence en önemlileri, Turgut Uyar, Cemal Süreya, Edip Cansever ve kendisine kızgın olmama karşın, Ece'dir. Önemleri şurdan geliyor: Deneyimi iyi yaşadılar. Büyük, bireysel acıyı nasıl anlatabiliriz diye uğraştılar."

İki Dünyanın Birliği ve Atışması
"...
düdük çalar hırsızlanmış polisler
ben korkudan üstlerime işerdim
üç yıldızlı bir albaydı gökyüzü
karşısında önüm açık gezerdim
ağzı bozuk meymenetsiz bir ozan
rus cenginde çağanozdum bir zaman
iki gözüm iki koltuk-eviydi
mavilerim bir miyobun koynunda
Kendi düşen köyler kentler ağlamaz
sur dışında ben oturur ağlardım
ekmek diye bağrışırdı bebeler
elma derler ben ortaya çıkardım
ağıtlarla kutlanırdı İsa-doğdu Gecesi
fildişinden bir kuleydim yıktım kendimi"
(Belkim Bir Kertenkeleydim'den)

'Nesnel dünyanın şiiri' dendiğinde, şiiri kaba tarzda izleyenlerin, yazanların ve inceleyenlerin aklına, dünyada yer alan nesnelerin şiirde tuttuğu çeşitliliği ve oransallığı gelir. Bu bir eksikliktir. Can Yücel, şiirinde, kadeh ve begonya, gökkuşağı ve taşlar, hayvanlar, ağaçlar, yağmur, bıçak ya da asfalt "nesne olsun şiir dolsun" diye yer almaz. Bu uçucuların işidir. Tıkıştırmadır.

Onun şiirindeki dünya, anlamlı ilişkilerle oluşur. Kendi deyimiyle "o müthiş kığıştının" her boyuttan işlenmesi çabasıdır bu. Nesneler ve olgular bu ilişkilerin, çelişkilerle yüklü bir sürecin, şiirleştirilmesi işinde bilinçle tercih edilmiş yardımcılarıdır. Gündelik hayatı tarihin, tarihi gündelik ilişkilerin rengi ve ahengiyle anlatmaktır. "Renkahenk" söylemektir söylenecek olanı. Peki ama, bu överek dövüştüğü tarih içinde, kendi şiirini nereye yerleştiriyordu usta? "Şiirimi hapishaneden ilk çocuk olarak çıkarışımdır.

Başlığıyla, içeriğiyle, gündelik hayata, gazetelere vurdum işi. İkinci Yeni'nin modernist şiiri yerine, avangard, siyasi dozu olan, zekâsı ve küfrüyle, yaşanan bir şiir koydum ortaya. Bugün dünyada yazılan şiir benim çizgimdedir. Çizgi şu: Şiirin geçirmiş olduğu bütün evreleri içerek güncelliği yakalamak sorunudur. Sanki her olay, şiirin olayıdır. Şiir bir silahtır. Ve şair kaç atar, kaç atmaz sorumluluğunu yaşamalıdır."

Can Yücel'in yapıtı, kendi içinde bir sürekliliğe sahiptir.

Materyalist bir zekâyla, diyalektik yöntemle söz ve eylem zerrelerinin, yaşamsal düzeyde birleştirilmesi ve şiire getirilmesi; onun eserinde, bazen iki dizeyle, bazen bir kitabın yapısını birbirine bağlayan şiirler toplamıyla anlaşılır. Onun, herhangi bir şiirini bağlantılarından yalıtarak değerlendirmek yanıltır ve elde edilen sonuç, bir kalıcılık taşımaktan uzak olur. Değerlendirmenin rotasını günlük parıltılara ya da zayıflıklara göre ayarlayanlar, inişli çıkışlı bir sürekliliği anlayamaz ve anlatamazlar. Kendi içlerindeki ve alışkanlıklarındaki boşluğu, değerlendirmeye yeltendikleri işlere bulaştırmış olurlar.

Yaşadıklarımız
"Seke Seke Ben Geldim"i yayına hazırladığı günlerde, bu kitabı öteki kitaplardan ayıran özellikler üzerinde durmasını istediğimizde, "fazla bir ayrılık yok" diyor Can Yücel ve devam ediyor: "Ayrılık varsa, bir sürekliliğin gereğidir. Bu da benim yazdığım şiirin yaşadığım dönemden çıkarılması sürekliliğidir. Demek oluyor ki, bu dönem bu şiirleri, dahası bu şiir fikrini gerektirmiştir.

Şiirle gereklilik, işlev arasında doğrudan bir bağ vardır. Bu bizi, şiirin işlevselliği ve güncelliği üzerinde daha geniş konuşmaya yöneltiyor.

Hareket ettiğimiz nokta, elbette yaşadıklarımızdır. Bu hareket noktası insanlık tarihini, doğayı ve evreni de içeriyor. Dediğim her şiir fikri, aynı zamanda bir evren, bir bütünsellik fikridir. Şiir her şeyden önce büyük insanlık deneyimimize bir katkıdır ve dolayısıyla bir nesnedir. Bu nesneyi iyi anlamak lazım. Şair bir kimesnedir. Şiir, dilin içinde bize yaşayabileceğimizi, yaşamın olasılığını anımsatan ve ona inandıran bir nesnedir. Şiir dünyayı gün be gün değiştirmez; olabileceğe, bir gizil güce, içimizde yaşayan bir gizli güce göndermeler yapar.

Aaa bu da olabiliyormuş dedirtircesine.

Şiirin şaşırtıcılığı burdadır. Avangardlar, öncüler "Abrutir le bourgeoisie" (burjuvayı afallatmak!..) demişlerdir. Onun içindir ki şiir, çocukçadır. Her sözcüğü yeni öğrenmişcesine, her sözcüğü adeta hayatın bir parçası olarak keşfetmişcesine ve bu sözcüklerin arasındaki ilişkileri, elinnen, ayağınnan bulmuşcasına. -Çocuğun ilk keşfettiği şey ışığa yönelttiği elleridir. Oynatır hem ellerini, hem dünyayı, hem kendini. Arar bulur.- Şiir işte bu yöntemin dilde yinelenmesidir. Adeta parmakları olan sözcükler, yeni ve ileri dünyaya uzanmaktadır.

Bir noktaya daha dikkat etmek gerekir. Şiir hem tarihseldir, hem de tarih dışıdır. Bütün büyük şairlerde, değer yargısına vuruldukta, ortak noktanın bu çaba olduğu görülecektir. Olabilecek güzel dünyayı yansıtmaktır şiir.

Bunun için bir Sümer şiiriyle, çağdaş bir Fransız şiirinin üstünlüğü, düşüklüğü söz konusu olmaz. Bunlardaki ortak nokta, yaşadığı dönemi, yaşamı bir şiir nesnesine dönüştürmektir. Budur asıl aranması gereken.

Avrupalı Hıristiyanların ve zındıkların yanılgısı, şiirin kendileriyle başladığını sanmış olmalarıdır. Bunu çabuk tamir ettiler. İşte resimde Japon, işte Afrika, işte şiirde bilinçaltı. Bunların hepsi ayrı ayrı kıtalardır. Şiir kıtalararasını getirmiştir.

Bugün dünya şiiri bilebileceğini bilen, bilmesi gerekenin ne olduğunun, yani evren üzerine bildiklerinin, bilemediklerinin yanında çok küçük olduğunu idrak etmiş ve bu hareket noktasından dönüp dolaşıp, Shakespeare varmıştır. Ustamızdır Shakespeare.

Bunu anlamak demek, içinde yaşadığımızla, yaşayabileceğimizi, insanları uyandıran, insan bilincini ve buluncunu uyandırabilen bir kıvam tutturmak demektir.

Şiirin politikası ve poetikası budur."

Şairin, dünyadaki gelişmelerden, özellikle de, dünya şiirinin izlediği çizgiden habersiz ve kopuk; dünya şiirindeki tarihsel ve dönemsel kamplaşmaları, akımları ve ara akımları anlamadan, analiz etmeden, kendi şiirini, birbirine şiir yazan "şairlerin" dar dünyasının ötesine geçirmesi olanaksızdır. Şiirle oyalanmak, şiirle caka satmakla şiir yazmayı birbirinden ayıran temel kriterlerden biridir bu. Can Yücel, "Avrupa şiiri bugün 'modernizm' olarak tanımlanıyor" dedikten sonra, yaygın bir yanlışın üstüne gidiyor:

"Bu yanlış. Avangardizm, öncü şiir, Fransa'da Rimbaud'la başlayan şiir, her şeyden önce politikti. Politikası da burjuvaziye karşı çıkmaktı.

Modernizim ise burjuvazinin tam egemenliğinden sonra, bir isyan değil, bir kabul şiiridir. Ustaları vardır elbet. Bu ayrı bir şey. Postmodernizm, gene buna tepki gibi gözükse de "Rokoko" tarzı ne kadar modernse o da o kadar moderndir.

Bir reklam yöntemidir postmodernizm. Burjuvazinin ölüsünü diriltme yöntemi. Ölü bir organı kaldıramayan kadın ne kadar zordaysa, postmodernizmin de hali aynıdır.

Oysa demin sözünü ettiğim, yaygın, geniş şiir akımı Premoderne, modern öncesine dönüştür. Yaşadığında noktalanan, yumuşak "g"si olmayan bir şiir. Lafı osuruğu ezer gibi ezmeyen, ses getiren şiir. Bütün inceliğine karşın, hört be hört bir şiir.

Neyi söylüyorsa, onu en mürekkebiyle, en karmaşığıyla sadelik içinde mürekkebe döken şiir. Çünkü sadelik mürekkebin en çinisidir. Mühür gibi. Vücuda vurulan damga gibi, kazısan da çıkmayan.

Bu şiirin tanımlarından biri, bence caza bir gönderme olabilir. Yani otomatizma değil, doğaçlama. Sürrealizmin en büyük yanılgısı, üst-bilinci kaldırabileceğine inanmasıydı. Bir nevi lastik boşaltma gibi. Birtakım sesler çıkar bundan. Ama bu sesler cinsiyet çığlıkları gibi bir patlama, işi bitirmeyi en güzel yerinde ve zamansız olarak sona erdirme sesleridir.

Oysa biz lastiği patlatıncaya kadar şişirip, ama patlatmadan arabayı hendekten geçirmek istiyoruz. Bu lastiğin umulmadık yerde, fırlaması kazasını da içerebilir. Bundan korkmamak lazım. Şişirmekten korkmayacaksın, ama patlatmamayı da bileceksin. Demek oluyor ki, şiir aynı zamanda bir şişirme işidir. Diyalektiği ise, patlatmadan şişirmek.

Derhal söyleyelim, bu şişkinlik değildir. Bir arabanın hareketine yardım eden, esnek, eklemleri doğru bir lastiktir söz konusu olan. Bundan Zeki Müren'i kastetmiyorum. O sevdiğim lastiği horladığım için değil. Ama bir Müren balığının zehirli olduğunu da bile bile."

Bütün Sınırların Kalktığı Yere
"Hava döndü işçiden işçiden esiyor yel
Dumanı dağıtacak yıldız-poyraz başladı
Bahar yakın demek ki mevsim böyle kışladı
Bu fırtına yarınki sütlimanlara bedel
Hava döndü işçiden işçiden esiyor yel

Tekliyor işte çağın çarkına okuyan çark
Ve durdumuydu bir gün bu kör, avara kasnak
Bir zincir yitirenler bir dünya kazanacak
Sen de o dünyadansın sınıfın bil safa gel
Hava döndü işçiden, işçiden esiyor yel."
(İşçi Marşı'ndan)

Safında durduğu işçi sınıfına, şiirin bütün ustalığını taşıyan, şarkılar ve marşlar armağan eden bir şair, bütün eseriyle, yaşadığı hayata, doğaya, çoluğuna, çocuğuna, bütün işine yabancılaşan insana, insanlığını yeniden kazanma serüveninden şiirin vereceği olanca imkânı vermeye çalışıyor.

Onun şiirinde, eller vardır, "ellerini tutuyorum ellerim oluyor"; nükleer kışlar ve kıyımlar, "nefesi kükürt kokanların/ şapkası boktan kopanların" dünyası vardır; onun şiirinde dünyanın envai çeşit sözü, "toprağa dikiyorum/ yediveren şiirleri açıyor" dediği; müzik vardır onun şiirinde caz, udiler, ve Dolapdere çengileri... İlle de ille ülkesi vardır. O büyük sevgiyle bağlandığı halkı.

O, halkın içinde, yetişen bir kendidir. Kendiyle uğraşan, alay eden, güzelliğin en yükseğinde. Severek dünyayı aşkla. Halktan ne aldığını ve ona neyi, ama daha da önemlisi nasıl vereceği, uğrunda dövüştüğü derttir. Her yerde, her fırsatta, sözü kendi ülkesiyle bağlamasını başka nasıl anlamalıyız?

"Türkiye'de Nâzım'la başlayacak şiir, Nâzım bu kıvama gelmiştir. Şiir öyle bir fikir olacaktır ki, baştan hangi fikir olduğunu bilmesen de; adeta çiftleşme gibi kadın ve erkek nasıl bir çocuk doğacağını bilmese de bu işi sonuca doğru sürükleyeceksin, prezervatifsiz, maskesiz, kaputsuz olarak.

Dilin olanakları
Bunda kendi dilinin olanaklarını, geçmişi, yaşayanını ve öldürülmesi gerekeni hep seferber edeceksin. Ve bunu yaparken, Miles Davis gibi seyirciye arkanı dönüp üfleyeceksin borunu. Ki seyirci senin ne söylediğini daha baştan bilmesin. Gidişe katılsın. Her üflediğin nota, seyircide bir bulunç, onun bulduğu, bulmak istediği bir nota olsun. "Hah işte buydu aradığım" desin. Ve parça bittiğinde o da bitsin, bayılsın.

Bunun bizde büyük, güçlü bir kökeni var. Eski Yunan'da Dionysos ve Apolloniyak bir çelişki bu bakımdan önemlidir. Apollon kurulu düzeni, kurguyu, yerleşmiş ölçüyü ve öyle yaşamayı temsil eder. Dionysos ise bir Nevroz tanrısı. Kürtler'in bahar tanrısı, bahar bayramı. Baharın gelişi kadar apansız, dünyayı birdenbire değiştiren bir coşku fırtınası.

İşte bu Dionysos, 31 Mart'ta bütün yığınları ardına takıp ormana çıktığında, ortalık birbirine girer. Ne örf, ne adet kalır. Ne kadın, ne erkek. Birleşirler. Aşktan başka hiçbir yasa yoktur. Boş bir ahlak, bir insan sınırı kalmaz. Çünkü ortada ahlak değil ethik vardır. Ethika yaşam ethikasıdır. Baharı, yaşamın sürekliliğini, hem karanlığı, hem aydınlığı anlatma adına herkes sevişir. İşte bugün dünyada yaygınlaşan şiir, bu Dion, şiiridir.

Aklın duyuların en güzeli olduğunu, onun en güzel ürününün aşk olduğunu anlamaya dayanan şiir. Yani ışık, yani karanlık, yani hayatımız."

Can Yücel şiirinde öfke vardır. "Şiir bir öfkedir. Öfke yürütüldüğü an aslında bir gerilladır." Ve o, inanıyor ki; "Bütün şairler eski tabirle kaybolurlar. Ama kaybolmazlar kendi topraklarında. Yaşasın toprak!.." Kendine ağlamayı şiir zannedenlerin de bol bol dolandığı şu dünyada Can Yücel, insafsız, sevdadan, büyük ve ince bir beladır. Ve durmaksızın, dağlarımızda, düzlerimizde, sokaklarımızda şiirden şiire "Gemi azıya almış/ iyi bir haber gibi koşmaktadır."

cumhuriyet kitap. 03 EYLÜL 1998

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder